Batı Emperyalizmi ve İslam Dünyası
BATI EMPERYALİZMİ VE İSLAM DÜNYASI
İnsana bakışını “ben” ve “öteki” etrafında oluşturan Batı için “ben” sömürecek; “öteki” sömürülecek olanı ifade eder. Batı “ben”i kendini merkeze yerleştirir; çevrede (ya da taşrada) konumlandırdığı “öteki”yi “ben” için çalışan, “ben” için biriktiren olarak görür. “Öteki”nin elinde birikeni, “öteki”nin elinde bulunanı “ben”in uzakta kalan, merkeze taşınması alınması gereken malı sayar.
Şato ve çevre üzerinden de anlatılabilecek bu anlayışta, Batı, yöneten ve tüketen şatodur; dünyanın diğer kesimleri şatonun tüketimi için çalışan köylülerdir. George Orwell’in “İngiliz Emperyalizminin Peygamberi” diye adlandırdığı Joseph Rudyard Kipling’e atfedilen “The East is East and the West is West and never the twain shall meet (Doğu, Doğdur; Batı, Batı’dır ve ikisi asla buluşmaz. ” sözü de aslında bu “ben”in şatosu ile şato ötesini anlatır. Şatodaki daima soylu ve efendidir. Yönetir ve tüketir. Tüketim için gerekli olan şatoya gelmediğinde şatonun dışarı çıkar, savaşır; sonra şatosuna dönüp yeniden tüketir. Şatonun dışındaki köylüdür. Onun görevi şato için üretimde bulunmaktır. O asla sınıf değiştirip şatoya yerleşemez, şatoda efendi olamaz. Onun konum, sınıf değiştirme yönündeki her tür tutumu, üretimi aksatan, dolayısıyla ona yönelik her tür müdahaleyi meşrulaştıran bir isyandır.
Bu durum “emperyalist Batı” gibi sıfatlı ifadeleri anlamsızlaştırıyor. Emperyalist olmak, Batı’nın bir sıfatı değildir. Emperyalizm, Batı’da doğmuş. Batı, emperyalizmin kendisidir. Batı’nın emperyalizmin kendisi olması, Batı’nın sadece emperyalizm kavramın anavatanı olması ile ilgili de değildir. Emperyalizmin Batı’nın öz karakteri olması gerçeğidir.
Batı literatüründe “bir ulus veya devletin gücünü ve etkisini başka uluslar, bölgeler veya halklar üzerine genişletmesi” şeklinde tanımlanan emperyalizm kavramı Latince “imperium” sözcüğüne dayanmakta ve “diktatörlük gücü, merkezî hükümet, keyfî yönetim metotları” anlamına gelmektedir.
Emperyalizm kavramı, Fransa’da 1830'larda Napolyon imparatorluğuna hayranlık duyanları nitelemek, 1848'den sonra ise III. Napolyon'un kötü yönetimini ifade etmek için kullanılmıştır. Kavramın kullanımı, 1870'lerde İngiltere’de yaygınlaşmıştır. İngiltere Başbakanı Disraeli’nin sömürge imparatorluğunu güçlendirme ve genişletme politikaları emperyalizm kavramı ile anlatılmıştır.
Ancak emperyalizmin varlığı kavramın oluşmasından çok eskidir. Emperyalizm, bizim literatürümüzdeki çapulculuk ve talancılığın Batı dillerindeki sadece son karşılığıdır.
Talan yapmak, çapulculukla geçinmek Barbar kökler üzerine oturan Batı’nın kadim bir karakteridir. Daha Roma ve Bizans dönemlerinde Anadolu, Suriye ve Mısır üretir; Roma ve Bizans tüketirdi.
Eski Yunan’ın koloniciliği, Roma’nın işgalleri sömürgeci yapıya büründü; sömürgecilik kapitalist süreçte emperyalizm adını aldı. Zaman ve isimler değişti ama şato ve çevre üzerinden anlatılabilecek karakter yerinde kaldı. Bu karakter bugün de hâlâ olduğu yerdedir.
Bugün “çevrenin elit sınıfını çıkar ve ideolojiler üzerinden kendine bağlama-çevreyi onlar üzerinden kontrol etme-onlarla kurulan ilişki üzerinden çevrenin üretimini şatoya taşıma” sistemi içinde işleyen sömürü mekanizması, dünün bugüne uyarlanmasından başka bir şey değildir.
İslam, Batı Emperyalizmi Karşısında İnsanlığın Nöbetini Tuttu
İslam, daha ilk dönemde Batı emperyalizminin Doğu’daki uzantısı Bizans’la yüz yüze geldi. İslam, yerel halkların da desteğini alarak Batı’yı işgal ettiği topraklardan çekirdek Batı’ya doğru itti, günün koşulları içinde oldukça kısa bir süre içinde Arap Yarımadası’ndan, Doğu Anadolu’dan ve Kuzey Afrika’dan uzaklaştırdı. Ardından Akdeniz adalarına açıldı, Doğu Roma’nın başkenti İstanbul’un önlerine kadar geldi.
Afrika’da yolculuklarına devam eden İslam orduları Akdeniz’i aşarak Endülüs’e geçti, Doğu Roma’dan sonra Batı Avrupa’nın da kapısına dayandı. Batı, yüzyıllar sonra kendi dar coğrafyasına hapsoldu; Endülüs’ün fethiyle kadim coğrafyası da İslam orduları tarafından kazanıldı. Bu hâl içinde İslam doğuda ve güneyde Batı’nın varlığına her an son verebilecek bir güç olarak belirdi. İslam, Batı’nın emperyalist yapısını gemledi, onu el ve ayaklarından adeta kelepçeledi. Batı, bu durumdan kurtulmak için bir fırsat arayışına girdi.
Miladi 10. yüzyıla geldiğimizde İslam’ın Endülüs’teki varlığı devam ederken Anadolu’daki varlığı, İslam dünyasının zayıflaması ve Bizans’ın kendisini toparlaması ile bitme noktasına geldi. Emperyalist yapısı, İslam tarafından gemlenen Batı, İslam’ın zayıflaması ile yeniden emperyalist hayallere kapıldı; Bizans’ın Doğu Anadolu ve Suriye’ye hâkim olma hisleri bir kez daha kabardı.
Büyük Selçuklu hükümdarı Alparslan’ın Anadolu’ya gelmesiyle Bizans geri çekildi. İslam’ın sınırları İstanbul’un yanı başındaki İznik’e kadar genişledi. Endülüs’ten sonra İstanbul’un yanı başında da İslam’ı kapısında gören Batı, bu genişlemeye Haçlı Seferleri ile karşılık verdi. Batı, Haçlı Seferleri ile uzun bir aradan sonra ilk kez kendi çekirdek coğrafyası dışına çıkarak tekrar emperyalist geçmişine dönme sürecine girdiyse de bir kez daha ve o andan sonra artık İslam dünyasında fizikî olarak bulunma umudunu kaybedecek bir şekilde yenildi. İslam’ın bu direnişinin ardından Moğol istilasına karşı zaferi Batı’yı daha ağır bir şoke uğrattı.
Süreç içinde İslam dünyası, Endülüs’ü kaybettiyse de Akdeniz adalarının önemli bir kısmını ve Doğu Avrupa’nın tamamını fethederek Batı’yı Atlas Okyanusu kıyılarına doğru itti. Viyana kapıları açılsaydı muhtemelen İslam orduları kısa bir süre içinde Endülüs’ten sonra bir kez daha Avrupa üzerinden Atlas Okyanusu kıyılarına dayanacaktı. Batı’nın bu şekilde durdurulması ve emperyalist tutumunun kelepçelenmesi, İslam’ın insanlığa yaptığı en büyük hizmetlerdendir.
BATI’NIN BİLİMİ KEŞFİ
Ne var ki bu tarihsel akış içinde Müslümanların gözden kaçırdığı bir durum vardı: Batı’nın bilimi keşfi. Buharın gücünü ve barutun tahrip ediciliğini Batı hizmetine veren bilim, bundan sonra Batı’nın yayılma, talan etme eğiliminin atına dönüşecek; Batı’yı dünyanın el değmemiş hazinelerine kavuşturacaktı.
Batı’nın izahı zor bir olumluyu olumsuza dönüştürme, iyi olandan kötü bir netice doğurma kabiliyeti vardır. Hz. İsa’nın merhameti, Batı’da engizisyon mahkemelerini kuran Katolikliğe evrildi. İnsan hakları iddiasıyla yapılan Fransız İhtilâli emperyalist Napolyon’u doğurdu. Milletseverlik olarak öne sürülen milliyetçilik, Batı’da Hitler oluverdi. Paylaşımcılık olarak zuhur eden sosyalizm Stalin’e dönüştü.
Bu dönüştürme kabiliyetine sahip Batı, bilime kavuşmuş ve onu daha ilk anda emperyalist emellerini gerçekleştirecek bir araca dönüştürmüştü. Doğu’da insanlığı aydınlatan nur olan bilim, Batı’nın elinde insanlığı yakan nar oldu.
İslam, Batı karşısında yaklaşık bin yıl insanlığın nöbetini tuttu, insanlık adına cephelere koştu, insanlığa tarihin en büyük hizmetlerinden birini yaparak Batı’nın sömürme hırsının önüne geçti. Ama Müslümanlar, bilimin emperyalizminin aracına dönüşmesinden sonra Batı karşısında aciz kaldı.
Batı, emperyalist emellerini gerçekleştirmede önce bilimin teknik yönünden yararlandı. Buharın gücü ve barutun tahrip ediciliğiyle, ilkin İslam’ın hiç uğramadığı coğrafyaları istila etti: Güney ve Kuzey Amerika, İslam’sız Hindistan ve diğer Güney Asya, Güney ve Orta Afrika... Sonra İslam’ın iç çekişmelerden dolayı zayıfladığı alanlara yöneldi: İslam Hindistan’ı, İslam Güney Asya’sı, İslam Afrika’sı, Orta Asya, Kırım...Miladî 19. yüzyıla doğru gelinirken İslam’ın zayıfladığı her nokta, ordusuz kalan kale misali Batı işgaline uğramakla yüz yüze kaldı.
Ancak Batı, Miladî 18. yüzyılın sonuna ve 19. yüzyılın hemen başına denk gelen Napolyon’un Mısır seferlerinde Haçlı Seferleri yenilgisinin hâlâ devam eden ağır travmasının da katkısıyla bir gerçeği öğrendi: Müslümanlar İslam’a bağlı oldukları sürece İslam dünyası kalıcı bir işgale uğramazdı.
Amerikan kıtasını ve İslam’sız Hindistan’ı yenen tekniğin aciz kaldığı bu noktada Batı, bir 19. yüzyıl sihri olarak sosyal bilimleri sahaya sürdü. İslam dünyası, teknikte olduğu gibi sosyal bilimler de üretimini çoktan durdurmuş; sosyal sahada uzun süredir ihya olmamıştı.
Müslümanlar, kendi öz kaynaklarına dayanarak önce Hindistan’dan sonra Afrika kıtasında Batı emperyalizmine karşı direnişe geçtiler, bütün imkânsızlıklarına rağmen hayret edilecek bir şekilde Batı emperyalizmini kendi sahalarında durdurdular, İslam’sız Hindistan ve Afrika gibi kendi dışlarındaki dünya için de örneklik teşkil ettiler. Batı bir kez daha İslam karşısında şaşkınlık içindeydi.
Ne var ki İslam dünyasına açılan ve “Şarkiyatçı” denen sosyal bilimciler Müslümanların zayıf noktalarını tespit etmiş; tekniğin vuramadığı kalpleri sosyal bilimlerle elde etme yolunu bulmuştu. “Mankurtlaşma” ile ifade edilebilecek bu durum, Müslümanlar için, dolayısıyla insanlık için yeni ve daha ağır bir felaket anlamına geliyordu.
Sosyal bilimlerin emperyalist Batı lehine İslam dünyasındaki ilk başarısı, Batı’nın I. Dünya Savaşı zaferidir. Batı, sosyal bilimler sayesinde İslam dünyasında elit sınıf üzerinde oluşturduğu nüfuzu ile Osmanlı’yı tarih sahnesinden atmış; Şam’da Salahaddin-i Eyyübî’nin mezarına kadar gelmiş ve “Kalk Salahaddin işte biz geldik!” diyebilmişti.
I. Dünya Savaşı sırasında ve ardından İslam dünyasında gelişen direniş hareketlerinin Batı orduları karşısında, imkânlarının küçüklüğüne rağmen başarısı, Batı’yı yeniden sosyal alana yöneltti.
BATI EMPERYALİZMİNİN İDEOLOJİLERİ KEŞFİ
Miladî 20. yüzyılda Batı emperyalizminin en önemli keşfi, ideolojilerin emperyalizmi kolaylaştırma ve kalıcılaştırma işlevidir.
İslam dünyasının hem coğrafya hem nüfus açısından büyüklüğü, ümmet olmak ve inançsal dayanaklılığı Batı emperyalizmi önünde en büyük iki engele dönüştürüyordu. Batı, 20. yüzyılda milliyetçilik üzerinden toplumları İslam’ın sosyal bütünlüğünden, sosyalizm gibi ideolojiler üzerinden ise İslam inanç bütünlüğünden ayırma yoluna gitti. Bu, işgali kolaylaştırma ve kalıcılaştırma için bir ayırma ve koparma işlemiydi.
Bu sahada muhtemelen Müslümanlar için özel üretilen İslam dünyasına özgü “ulusalcı sosyalizm” İslam dünyasında en ağır tahribatı yaptı. Ulusalcı sosyalizm, Türkiye’de CHP ve daha tipik olarak Vatan Partisi, Mısır’da Cemal Abdünnasır, Tunus’ta Habib Burgiba, Libya’da Muammer Kaddafi, Suriye ve Irak’ta Mişel Eflak’ın öncülüğünde Hafız Esad ve Saddam Hüseyin, Filistin’de Filistin Kurtuluş Örgütü, Cezayir’de Ulusal Kurtuluş Cephesi, Pakistan’da Ali Butto tarafından birbirine çok yakın versiyonlarla temsil edildi. Bugün Bangladeş’te Şeyh Hasine yönetimi ve Kürtler arasında PKK tarafından temsil edilmektedir.
“Halkçılık” ve “devletçilik”le sosyalist söylemlere yaklaşan ve daha çok bölgesel milliyetçiliğe yönelen bu akımın temsilcilerinin önemli bir bölümü siyasal kimliklerini “sosyalist” olarak açıklamaktan kaçındılar. Milliyetçilik üzerinden kendilerine çektikleri toplumu sosyalizmin din karşıtlığıyla İslam’dan uzaklaştırma yoluna gittiler. Moderniteyi (çağdaşçılığı) amaç edinerek toplumu baştan aşağı yeniden dizayn etmek istediler. İslam alimlerini hapsederek veya katlederek İslam toplumlarında kaht-ı rical oluşturmaya çalıştılar. Çocuklara yönelik dini eğitimi engelleyip gençliği eğitim ve okullarda icra edilen farklı etkinlikler üzerinden Müslüman toplum gerçeğinden uzaklaştırdılar. Çağdaşçılğı eğitim, resmi dairelerdeki uygulamalar ve ihdas ettikleri “milli günler” üzerinden teşvik ederken ve hatta baskıyla topluma uygularken her tür İslamî etkinliği kısıtladılar, zorlaştırdılar, yasakladılar. İslam dünyasındaki krallık ve emirlikler yer altı kaynaklarını Batılı güçlere sunmakla kalırken ulusalcı sosyalistler toplumlarını da Batı işgaline açtılar, Batı’nın İslam dünyası üzerindeki hegemonyasını I. ve II. Dünya Savaşlarının ardından sürdürmesi yönünde iş gören yerli birer karakol ve birer “kültürel işgal” misyoneri görevi gördüler.
İslam dünyasında hem birbirlerine benzeyen hem yer yer birbirine düşman kesilen bu akımın temsilcilerinin birbirleriyle ilişkisi ve Batı’yla organik ilişkilerinin düzeyi bugün hâlâ aydınlanmayı beklemektedir. Batı’ya karşı özgürlük kahramanı, emperyalizme karşı savaşan görünümüne bürünen bu temsilcilerin çalışma tarzları arasındaki yakınlık ve Batı’yla daima uyum içinde olmaları onlar arasındaki ilişki kadar Batı’yla ilişkilerinin de araştırılmasını gerektirmektedir.
“Ulusalcı sosyalizmin” ağır tahribatına rağmen Batı’nın İslam dünyasında “kültürel emperyalizm”de dilediği başarıyı yakaladığı söylenemez. İslam dünyası Habib Burgiba gibi idarecilerin bütün baskılarına rağmen aslî kaynaklarına ulaşarak 20. yüzyılda uyanış hareketleri inşa etmeyi başardı. Kesin zaferiyle “tarihin sonunu” ilan eden Batı, bu uyanış hareketleri karşısında yeniden “medeniyetler çatışması”nı duyurmak durumunda kaldı. Dünya Miladî 21. yüzyıla bu duyuruyla girdi. Emperyalizm de kolonicilik, sömürgecilik, emperyalizm aşamalarından sonra “küreselleşme” sürecine geçti.
“KÜRESELLEŞME” SÜRECİNDE EMPERYALİZM
Küreselleşme, özü itibariyle değişimi anlatan bir kavramdır. Bu kavramda, “köy”ün yerine “küre” konuyor; küreselleşme ile daha önce birbirinden farklı inanç, gelenek ve yaşam tarzlarına sahip olan dünya toplumlarının yerel inanç, gelenek ve yaşam tarzlarını terk ederek bir köyde olduğu gibi birbirlerine benzemelerini, aralarında hiçbir farklılık taşımamalarını anlatıyor.
Bu, yerküre denen dünya üzerinde, küresel sistemi belirleyenlerin inanç, gelenek ve yaşam tarzları üzerinde bir birliktir. Küreselleşme İslam dünyası için, Müslümanların inanç, gelenek ve yaşam tarzlarından uzaklaşarak bugün dünyayı yöneten İslam karşıtı emperyalist güçlerin kültürel dönüşüm projelerine uymaları anlamına geliyor. Daha anlaşılır bir ifadeyle küreselleşme; nihayetinde, Müslümanların kendi yerlerini (yerellerini) terk ederek “küre” diye tarif edilen; inanç, gelenek ve yaşam tarzı Müslüman olmayan kişilerce belirlenen bir köye taşınmalarını ve kendilerini muhtarı hatta ihtiyar heyeti bile kendilerinden olmayan o köye uydurmalarını anlatıyor.
Küreselleşmenin hedefinde iki alan vardır: Geçmişe ait olan ve yerel olan. Küreselleşme, ister geçmişe ait olanı hedef alsın ister yereli, İslam’la karşı karşıya geliyor. Zira küreselleşmenin mimarları İslam’ı zaman bakımından geçmişe ait; mekan bakımından ise yerel görüyor; kendisini Batı ile özdeşleştirip İslam’a “Doğu(Şark) diyor. Her iki konumlandırmada da İslam’ın insanlık üzerindeki etkisini küçültmeyi ve yok etmeyi hedefliyor.
Bunun için ideolojik yapılar üzerinden İslam’ın inancı; moda ve yeni alışkanlıklar üzerinden Müslümanların geleneği ve yaşam tarzı ile uğraşıyor; İslam toplumlarını özünden uzaklaştırmayı hedefliyor.
Ancak 20. yüzyıl emperyalizminden farklı olarak küreselleşme, ideolojilerin çalışma alanını küçültüyor; düşünceyi öldürüyor, onun yerine nefsanî istekleri koyuyor. 20. yüzyılın başında devletler veya siyasi yapılarla muhatap olan Batı emperyalizmi, 20. yüzyılda ideolojiler üzerinden toplumlarla muhatap olmayı denedi, küreselleşme sürecinde ise doğrudan bireyi muhatap alıyor. Artan iletişim olanakları ile dönüştürdüğü bu bireyleri sosyal medya üzerinden kendisi örgütleyip onlardan siyasi müttefik oluşturuyor.
İslam dünyasında günah, geçmişte bireysel bir zafiyet olarak görülürken bugün 20. yüzyıl ideolojilerinin ardından bıraktığı ve artık nefsini düşüncesinin yerine koyan kayda değer bir kitle tarafından bir hak olarak görülüyor. Bu kitle, günahını yüceltiyor, “günah işleme özgürlüğünü” kutsuyor, bu “kutsal” uğruna bazı sıkıntılar çekmeyi göze alıyor, bu kutsalını sürdürme imkânı verecek iktidar arayışlarına giriyor ve bu yolda Batı’yı kendisine sahip çıkacak müttefik olarak görüyor. “Günahın politikleşmesi” anlamına gelen bu durum, bu politikleşmenin içinde yer alan kişileri “politik günahkârları”, Batı’ın İslam dünyası üzerindeki tahakkümünü sürdürmesi yönünde yeni bir araç rolüne büründürüyor.
19. yüzyılda Ermeni, Rum gibi dini azınlıkları, 20. yüzyılda ideolojik yapıları İslam dünyasına müdahale ve İslam dünyasını kendi çıkarları doğrultusunda yönetmek için kullanan Batı emperyalizmi azınlıkların genellikle Batı’ya göç etmesi, Sovyetlerin dağılmasından sonra da ideolojik grupların küçülmesi ile bu iki müttefikten yoksun kaldı. ,
Son dönemde Amerikan “kamu diplomasi”sinin yol göstericiliğinde çalışan Batı emperyalizmi, bu iki müttefikin kalıntılarından yararlandırmayı sürdürmekle birlikte onların yerine İslam dünyasında dilsel ve mezhepsel etnik yapılarla politik günahkârları yerleştirdi. Ulus devlet sürecinin yol açtığı mağduriyetlerin ürünü olan dilsel etnik yapılar ve geçmişten bugüne İslam dünyasında var olsalar da bazı istisnalar dışında Batı ile düzenli ilişkiler kurmayan mezhepsel yapılar İslam dünyasını karıştırma ve parçalama yolunda kullanılırken politik günahkârlar merkezî yönetimleri baskı altına alacak ve işlemez hâle getirecek, nihayetinde onların İslam’a doğru bir kimlik değişimine konu olmalarını engelleyecek bir yapı olarak kullanılmaya çalışılıyor.
Yapılamak istenen ise, yüz ve iki yüzyıl önce yapılandan çok farklı değildir: İslam dünyasının Batı şatosunun çevresi (köyü) konumunda olması... Batı’yla uyum içinde ancak hiçbir zaman Batı’yla eşitlenmeden Batı ekonomisine, Batı tüketimine kaynak aktarmasıdır. Ne yazık ki fizikî işgallere karşı daima başarıyla mücadele eden ve bu mücadelesini fizikî işgallerin sürdüğü her noktada Batılı güçleri geldiklerine pişman edecek kadar sürdüren İslam dünyası, kültürel işgali ve bunun yerel aracılarının durumunu analiz edip etkisizleştirecek enstitülerden yoksundur.
Batı’nın Şarkiyat enstitülerine konu olan İslam dünyası, Garbiyat enstitülerini kurmak; bu enstitülerde Batı’yı bütün unsurları ve emelleri ile tetkik etmek, bunun yanında Şarkiyat enstitüleri kurarak şarkiyatçılıkla başlayan kültürel işgalin Müslümanlar arasında vardığı boyutu tespit edip etkisizleştirecek yolları bulmak zorundadır.
BİR CEVAP YAZ