03 Ağustos 2022, 13:00 tarihinde eklendi

Çağa Seslenen Yazılar -3

Çağa Seslenen Yazılar -3

Muhterem Okuyucu,

Çağı anlamak ve çağa hitap edebilmek, mühim bir sorunumuzdur.

20. yüzyılın İttihad-ı İslam önderleri, bu soruna kısmi bir çözüm getirdiler. Ancak nihayetinde onlar da çağlarının Müslümanıydılar. Aradan geçen zamanla birlikte bizim sabitlerimize sıkıca yapışarak günümüzü yenilememiz gerekiyor.

Henüz o sorunu tam çözdüğümüz söylenemez. Gerek gazete gerek dergi yazılarımda bu sorunu aşmaya yönelik denemeler kaleme aldım.

Bu yazılar her ne kadar farklı zamanlarda yazılmakla birlikte onların birbirine tamamlamasına dikkat edilmiştir. Ancak kimi zaman imla farkı da oluşmuştur. Şimdilik o yazımları tekleştirme imkânı bulamadım. Ne var ki bunlar, içeriği etkilemeyen hususlardır.

Yazıların sizin için faydalı olacağını umuyor. Onları hem Word hem pdf olarak sizinle paylaşıyorum. Pdf için lütfen tıklayınız:https://abdulkadirturan.com/tema/blog/uploads/reklamlar/caYa_seslenen_yazYlar_3-.pdf

 Tam Metin: 

 

Çağa Seslenen Yazılar 3

Dr. Abdulkadir Turan

 

         İstanbul-2022

 

 

 

İçindekiler

1. Yeryüzünün halifesi olmak….. 2

2. Müslümanların Mukaddesatı 5

MUKADDESATA KARŞI MÜSLÜMANIN VAZİFESİ 6

MUKADDESATI KORUMAK. 6

BUGÜN NİYE HAKARET EDİYORLAR?. 9

3. Eğlendirerek Köleleştirdiler!. 10

YAHUDİLERDEN ÖĞRENİLEN BİR YÖNTEM... 11

4. İslâmî Ekonomik Sistem ve Faiz Vahşeti 13

FAİZ FELAKETİ 15

5. Siyer’i Doğru Okumak!. 17

MÜSLÜMANLAR VE SİYER OKUMALARI 18

6. Halka İslam’ı Anlatmak Çok mu zor?. 21

İLİMLE DONANACAKSIN!. 21

ENGELLERİ İHLASLA AŞACAKSIN!. 22

ÖNCE TEBŞİR SONRA TENZİRDE BULUNACAKSIN!. 23

BASKIYA UĞRAMAKTAN VE KINANMAKTAN KORKMAYACAKSIN!. 23

SÖZÜNÜN DOĞRULUĞUNA ŞAHİDİN AMELİNDİR!. 24

7. Hz. Resûl-i Ekrem ve Toplumun Eğitilmesi 24

MEKKE’DE MÜŞRİKLERİ İSLAM’A DAVET. 25

MEDİNE’DE MÜSLÜMAN TOPLUMU İRŞAD.. 26

HZ. RESÛL-İ EKREM’İN DAVET VE İRŞADINDA ORTAK YÖNLER. 27

8. Hakiki Eğitim, İslâm’a Götüren Güneştir. 28

MESCİD-İ NEBEVÎ’DEN KALAN BİR SÜNNET. 29

MEDRESELERİN VARLIK BULMASI 30

9. Modern Tatil ya da Müslümanın Tatili 32

MÜ’MİNİN İŞLERİ 33

MODERN İNSANIN TATİLİ 34

MÜSLÜMANIN TATİLİ 35

10. Bereket Vesilesi: Af!. 37

İSLAM’IN CEZA YAKLAŞIMI 39

BEREKET VESİLESİ: AF!. 41

İSLAM’IN CEZA YAKLAŞIMI 43

11. Şehidler ve Şehid Olamayan “Şehidler”!. 44

12.  Mü’minlerin Emirinin Katıldığı Fetih: Kudüs’ün Hz. Ömer Tarafından Fethi 47

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

1. Yeryüzünün Halifesi Olmak

“Rabbin meleklere "Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim" demişti; melekler, "Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz" dediler; Allah "Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim" buyurdu.” (Bakara Sûresi 30)

Halife, tevzif hakkına sahip kişidir. Tevzif; kişileri idare etmek, işleri onlara bırakmak, onlara vazifeler vererek onları icraatlarla görevlendirmektir. Dolayısıyla halife yönetendir. Yeryüzünün halifesi olmak ya da kavramın asli şekliyle Halifetü’l-Arz olmak, yeryüzünü yönetim hakkına sahip olmaktır. Yeryüzündeki varlıklar konusunda tasarruf sahibi olmaktır.

Yeryüzündeki varlıklar; madenler, bitkiler ve hayvanlardır. Yeryüzüne halife olmak, bu varlıklar üzerinde tasarruf hakkına sahip olmaktır. Yeryüzünün halifeliğinin bir yanı buraya bakar.

Diğer yanı ise farklı: Yeryüzündeki varlıklar hiyerarşisinin tepesinde insan vardır. İnsan, insan olmakla halife olur. Ancak bir de insanların de halifesi olmak söz konusudur ki bu yeryüzünün halifesi olmaktaki en üst mertebedir ve kendisine has koşullara sahiptir.

Yüce Allah’ın işleri hikmet üzere bina olmuştur. O’nun verdiği vazifelerle sağladığı imkânlar arasında daima uyum vardır.

Yüce Allah, insanlığı temsilen Hz. Adem aleyhisselam’a hilafeti verip onu kendi hâlinde bırakmadı.

“Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra bunları meleklere gösterip “Sözünüzde doğru iseniz şunların isimlerini bana söyleyin” dedi.” (Bakara Sûresi 31)

İsimlerden bir kasıt da fıtrata yerleştirilen bilgi edinme kabiliyetidir. İnsan, yeryüzünde tasarruf edebilmek için bilgi edinebilecek bir hulkiyet üzere yaratılmıştır.

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün art arda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır.” (Al-i İmrân Sûresi, 190)

İnsan, aynı zamanda akılla nimetlendirilmiş ve kendisine verilen tabii aklı, tecrübi akılla tamamlama kabiliyeti ile donatılmıştır.

Bu hususiyetler, insanı tabii olarak yeryüzündeki sair varlıklardan üstün kılar, ona halifelik vazifesini yapma kuvveti verir. Her insan, tabii olarak bu kuvvete sahiptir.

Yüce Allah, insanı aklıyla da baş başa bırakmamış; ona yol göstersin diye Peygamberler göndermiş, onu vahiyle de desteklemiştir.

İnsan, fıtratına yerleştirilen öğrenme kabiliyetini, vahiy ve aklıyla buluşturduğunda artık ne ölçüde güçlü bir iradeye sahip olursa yeryüzüne o ölçüde hükmeder.

İnsanın tabiatındaki öğrenme kabiliyeti ve aklın vahiyle desteklenmesi, sadece mü’minler için değildir. Kâfirler de vahiyden istifade etmişlerdir. Peygamberlerin yol göstericiliğinden dolaylı olarak da olsa yararlanmak söz konusu olmazsa insanlığın bugün bulunduğu bilgi düzeyine hiçbir şekilde kavuşması mümkün olmazdı.

Kafir, bilgi kaynaklarını kullanarak yeryüzüne hükmederken yeryüzündeki varlıklardan hırsları, çıkarları ve makamı için istifade eder.

 

“Nefse ve ona düzen verene,

Ona kötü ve iyi olma yeteneklerini yerleştirene ki

Nefsini arındıran elbette kurtuluşa ermiştir.

Onu kötülüklere boğan da ziyan etmiştir.” (Şems Sûresi, 7-10)

Ayet-i Kerimesi’nde beyan olduğu üzere insan, iyilik ve kötülük konusunda tercih yapabilen bir varlıktır.

Kafir, kendisine verilen iradeyi kötü yönde kullanır; yeryüzünde tasarrufta bulunurken haram-helal ayrımı yapmaz. Bu, azgınlığın ilk aşamasıdır ve insana verilen hilafet görevinin ilk aşama suiistimalidir.

Kafirin azgınlığı bununla sınırlı değildir:

Kafir, insan dışındaki varlıklardan istifade ederken sınır tanımadığı gibi hakimiyet alanını daha da genişleterek insan üzerinde mutlak bir tasarrufa dönüştürür. İnsanları bir nesne konumuna düşürüp onları kendi kulları hâline getirmeye çalışır. Kendini onlardan üstün görür, onları yüce Allah’a kulluktan, kula kulluğa yöneltir.

Kafirin hükmettiği insanların kendi hilafet makamlarını unutmaları ve kafire itaat etmeleri durumunda kafir daha da azgınlaşarak haddini daha da aşar, kendisini yeryüzünün haşa ilahı gibi görür.

O bütün bu azgınlıklarıyla yeryüzünde halife değil, gasıp konumundadır, idareyi zulmen işgal etmiştir.  

Mü’minin tavrı ise çok farklıdır:

Mü’min öncelikle, kendisinin yeryüzünün halifesi olduğuna inanır. Kendisinin yeryüzünde tasarruf sahibi olduğunun farkındadır. Bu tasarrufu hiç kimseye kayıtsız şartsız veremeyeceğinin de bilincindedir.

Mü’min; Allah muhafaza tasarruf hakkını kayıtsız şartsız başkasına verirse, iradesini tatil ettiğinden isyana düşeceğini bilir. O, yeryüzünü ya Rabbinin dilediği şekilde kendisi yönetecek ya da Rabbinin dilediği şekilde yönetecek birilerinin yönetimine bırakacaktır. Bu ikisi dışında onun bir seçeneği yoktur. Yeryüzündeki varlıklar üzerinde tasarruf hakkından ancak bu tasarrufu Hakk’a tabi olan birine vermek şartıyla vazgeçebilir.

O, yeryüzündeki varlıklardan istifade konusunda duyarsız kalamaz. Onların tasarrufunu yeryüzünde ilahlık taslayan dünyevilere bırakamaz. Bırakırsa asi olur. 

Bırakmadığında ise kendisinin yeryüzü hilafetinin sınırlarını tanır; o sınırları aşmaz. Üstad Mevdûdî, mü’minin bu hilafet görevi şuurunu şu misal üzere açıklar:

“Bir kimse, bir başkasını mülküne naib ve vekil tayin etse şu dört durum söz konusu olur:

1. Mülkün asıl maliki mal sahibidir. Mülk, uhdesine tevdi edilen kimsenin değildir.

2. Vekil kılınan kimse, mal sahibinin emrettiği ve tarif ettiği şekilde mülkte tasarruf edebilir.

3. Vekilin bağlılık sözünü bozup hareket alanı için çizilmiş olan sınırları aşması doğru değildir.

4. Vekil, mülkteki işleri kendi arzusuna göre değil de mal sahibinin istediği gibi yapmak zorundadır.”

“Mevdûdî’ye göre bu dört şartın tamamı niyabet (vekalet) kelimesine dahildir. Bu şartlardan biri dahi yerine getirilmezse niyabet (vekillik) yapılmamış olur. Bu dört şey hilafet kelimesinin özünde buluşmuştur.”

Bu izahtan anlaşılacağı üzere mü’min, yeryüzüne halife olmaktan; yeryüzünde kendisine verilen cüzi irade ölçüsünce yüce Allah’ın emirlerini icra etmeyi anlar. Bu icranın kapsamında yeryüzünün nimetlerini gasıplara bırakmamak da vardır.

Başka bir ifadeyle Allah’ın emirlerini icranın kapsamı, yeryüzünde insan dışındaki varlıklarla sınırlı değildir. Mü’min, kendisi için bir varlık edinip onunla yetinemez. Kendisini Allah’a teslim edip sair insanları kendi hâline bırakamaz. Onun halifeliği insanlar üzerinde onu hak ölçüsünce tasarruf sahibi kılar. Daha açık bir ifadeyle kişi, mü’min olmak ve imanının gereğini yerine getirmekle insanlığa hükmetme, insanlığa imam olma namzetliğini hak eder. Daha doğru bir ifadeyle o namzetliği mecburen hasıl olur.

Bu açıdan;

1. Her mü’min, kendisini yeryüzüne hâkim olma hakkının tabii bir sahibi hatta yeryüzünü yönetmekle vazifedâr olarak görür.

2. Yeryüzünün hakimiyeti mü’minlerde ise, sair mü’minler nakibdirler/müfettiştiler. Mü’min idarecinin idareyi hak üzere sürdürmesini sağlamakla mükelleftirler. Yeryüzünü doğru yönetiyorsa onu desteklerler, yanlış yönetiyorsa onu azledip ondan daha iyisini yerine getirmek için çalışırlar.

3. Yeryüzünün hakimiyeti kafirlerde ise mü’min, nakib/müfettiş olmakla yetinemez. Mü’minler, yeryüzünün hakimiyetini onlardan alıncaya kadar mücadele etmekle mükelleftirler.

Yeryüzü, nimetlerle donatılmış ve insana o nimetlere sahip olma yeti ve hırsı verilmiştir. Öte yandan insan, nimeti bulunca isyana da meyyâldır.

Bu hâl, mü’min için yeryüzü hilafeti meselesini, sürekli bir takip ve mücadele alanı hâline getirir. Mü’min, bu takip ve mücadeleden geri duramaz.

Mü’minler, yeryüzünün önderleridir. Mü’minlerin önderleri ise Peygamberlerdir. Peygamberler, yeryüzünü gasp edenlere karşı nasıl mücadele etmişlerse sair mü’minler de öyle mücadele etmek zorundalar.

Mü’min kendini insan ve mü’min olarak, yeryüzünü tasarruf hakkından müstağni göremez.

İnsan, insan olmakla yeryüzüne hükmedebilir; yeryüzünün nimetlerinden yararlanabilir. Ancak insanın insanlara da hükmetme hakkına sahip olması, basit insani halifeliği aşarak imameti gerektirir.

İmametin ilk koşulu, İslam olmaktır. Dolayısıyla yeryüzünde insanlığın imameti anlamında halifelik sadece Müslümanlar içindir.

İmametin diğer bir koşulu ise akıl sahibi olmaktır.

Müslümanlar, akıllarını tatil edip de yeryüzünde kafirlerin hükmetmesine göz yumamazlar. Yeryüzüne hâkim olmak için;

1. Kendilerine verilen fıtrattaki öğrenme kabiliyetinden

2. Kendilerine bahşedilen akıl nimetinden

3. Kendilerine Hz. Peygamber üzerinden gönderilen vahiyden

4. Hz. Peygamberin kendilerine öğrettiği önderlik tarzından

5. Ümmetin tevhid ehli olarak Hz. Peygamber’den önceki ve tevhid ehli içinde Müslümanlar olarak Hz. Peygamber’le beraber edindiği tecrübeden

yararlanarak yeryüzünün iktidarını ele geçirmeye çalışmakla mükellefler.

Aksi hâlde kendilerine verilen Halifetü’l-Arz vazifesini ihmal etmiş olurlar ve yaptıklarından dolayı Allah katında ceza görürler.

Yüce Allah, zalimlerin yeryüzündeki hakimiyetini tasvip etmez. İradesini O’na itaatten yana kullanan mü’min de yeryüzünün hakimiyetinin zalimlerin elinde olmasını tabii bir hâl veya haşa cebri göremez, onaylayamaz, ona alışamaz. Ona alışmak, yeryüzünün halifeliğinden istifadır ki mü’mine böyle bir istifa hakkı verilmiş değildir.

Mü’min, kafirin yeryüzü hakimiyetinin Allah’ın verdiği bilgi, akıl ve vahiy nimetini suiistimal ederek saʿy etmenin (çalışmanın) ürünü olduğunu bilir. Kendisine düşen ise aynı nimetlerden hakkıyla istifade ederek yine saʿy etmektir, yani çalışmaktır. Bundan kaçış söz konusu değildir.

 

2. Müslümanların Mukaddesatı

Müslümanların mukaddesatı, İslam’ın kendisidir. İslam, neye iman etmeyi, neyi yaşamayı, kime ve nereye saygı duymayı emretmişse tamamı Müslümanların mukaddesatıdır.

 

İslam’da en büyük mukaddes, bir adı da “Kuddüs” olan yüce Allah’tır. Ama mukaddesat O’nun zatı ve sıfatları ile sınırlı değildir. İmanın şartlarında yer alanlar mukaddesattır. İslam’ın şartlarında yer alanlar mukaddesattır. Ezan, mescit, tesettür gibi, İslam’ın şiarları mukaddesattır.

 

Müslüman toplum, öncelikle İslam’ın mukaddesatına iman eden toplumdur. İslam toplumu, İslam’ın mukaddesatı etrafında oluşur, onunla var olur.

 

İslam’ın mukaddesatı, Müslüman toplumun varlığının esasıdır. İslam’ın mukaddesatı söz konusu olmadan Müslüman bir toplumdan söz edilemez.

 

Müslüman toplum oluştuktan sonra ise İslam’ın mukaddesatına yönelik saygısızlık ve hücumlara karşı koyma görevini zorunlu olarak üstlenir. İslam’ın mukaddesatı, Müslüman toplumun varlığına vesile olduğu gibi o mukaddesatı koruma hissiyat ve gayreti de Müslüman toplumu bütünleştirir, yaşatır. Dolayısıyla İslam’ın mukaddesatını korumak, Müslüman toplumun esasen kendisini korumasıdır. O korumayı hakkıyla yapmadığında mukaddesat yerinde kalır ama kendisi ortadan kalkar. Bu bağlamda İslam’ın mukaddesatını sahiplenmek, ona karşı hücum ve saygısızlıkları tepkisiz bırakmamak Müslüman toplum için hayati bir öneme sahiptir, bir beka meselesidir.

 

MUKADDESATA KARŞI MÜSLÜMANIN VAZİFESİ

 

Genel olarak Müslümanın mukaddesata yönelik dört vazifesinden söz edilebilir:

 

Müslümanın mukaddesata karşı ilk vazifesi ona inanmaktır, ikinci vazifesi imanının gereğini yapmaktır. Fiillerle ilgili olan mukaddesatı hakkıyla yaşamaktır; namazı kılmaktır, zekâtı vermektir, hacca gitmektir, kadınlar olarak tesettüre bürünmektir. Üçüncü vazifesi, mukaddesatı anlatmak, başkalarının da ona inanmasını ve onun fiiliyata taalluk eden yönlerini yaşamasını sağlamaktır. Dördüncü vazifesi ise mukaddesatı, lâfzî ve fiili saygısızlıklardan, hücumlardan korumaktır. Misalen camiyi temiz tutmak, mukaddesatı korumaktır, camiye yönelik hücumları bertaraf etmek de ondandır.

 

MUKADDESATI KORUMAK

 

İslam, mukaddesatından herhangi birine yönelik saygısızlığı reddeder, mukaddesatına yönelik hücumu tepkisiz bırakmaz. Tepkinin boyutunu ise Müslüman toplumun gücüyle ilişkilendirir.

 

Mekke günlerinde İslam toplumu henüz zayıftı. Allah inancına, Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem’in şahsına ve diğer mukaddesata hakaret edildiğinde Müslümanların tepkisi hakaretin yapıldığı mekânı terk etmek şeklindeydi.

 

Medine’nin ilk günlerinde de özellikle Yahudiler, Mekke müşrikleriyle aynı boyutta olmasa da İslam’ın mukaddesatına hakaret etmişlerdir. Onlara karşı tavır da o dönemde maslahat gereği Mekke günlerindeki tavra yakın olmuştur. Zira Mekke’de Müslümanlar mazlum oldukları gibi, Medine’nin ilk günlerinde de henüz İslam, güç olarak kökleşmemişti.

 

Mekke’de Hz. Resûl-i Ekrem ve Müslümanlar, hakaretin yapıldığı meclislerde oturmaktan, müşriklerin taptıklarına sövmekten menedilmiştir.

 

“Âyetlerimiz konusunda alaylı tartışmalara dalanlar: -Onlar bir başka söze geçinceye kadar- onlardan yüz çevir. Şeytan sana unutturacak olursa bu durumda hatırlamadan sonra, artık zulmeden toplulukla beraber oturma.” (En’am, 68)

 

“Allah’tan başkasına tapanlara kötü söz söylemeyin; sonra onlar da bilmeden, taşkınlık yaparak Allah hakkında kötü sözler söylerler. Böylece biz her ümmete kendi işlerini çekici gösterdik. Sonunda dönüşleri rablerinedir. Artık O, ne yaptıklarını kendilerine bildirecektir.” (En’am 108)

 

Hakarete maruz kalmak, onur kırıcıdır. Hakarete karşı sessizlik insanı zillete alıştırır. Hz. Resûl-i Ekrem ve Ashabı, hakarete tahammül edemezlerdi. Bunun için hakaretin olduğu meclislerde oturmamaları ve müşrikleri hakaret konusunda kışkırtmamaları emredilmiştir.

 

Medine’de bu hükümlerin yanında kâfirlerle dost olmanın yasak olduğu da vahiy üzerinden Müslümanlara hatırlatılmıştır.

 

“Ey iman edenler, sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun (konusu) edinenleri ve kâfirleri dostlar (veliler) edinmeyin. Ve eğer inanıyorsanız, Allah’tan korkup sakının. Onlar, siz (birbirinizi) namaza çağırdığınızda onu alay ve oyun (konusu) edinirler. Bu, gerçekten onların akıl erdirmeyen bir topluluk olmalarındandır.” (Maide, 57-58)

 

Ayetlerdeki hükümler gayet açık:

 

-Müslüman, hakaretin yapıldığı mecliste oturmamalı.

 

-Müslüman, kâfirleri hakarete kışkırtmamalı.

 

-Müslüman, İslam’a hakaret edenlerle dost olamamalı.

 

Özetle, Müslüman, çok zayıf da olsa hakareti kanıksamamalı, yok sayamamalı, tepkisiz bırakmamalı.

 

Müslümanın hakaret karşısındaki tutumunun ölçüsünü ise Müslümanın gücü belirler. Müslümanlar, Medine’de güçlendiklerinde hakarete karşı tutumları da sertleşti:

 

Hicretten yirmi ay kadar sonra, Beni Kaynukalı bir Yahudi, çarşılarında alışveriş yapan bir Müslüman kadının tesettürüne elini uzattığında orada bulunan bir Müslüman, Yahudiyi öldürdü, Yahudiler de onu şehid edince Resûl-i Ekrem, onlara savaş açtı ve onlara en ağır cezayı verdi.

 

Anlaşılacağı üzere tesettür ve Müslüman kadının mahremiyeti, Müslümanlar açısından mukaddes kabul edilmiş ve ona hücum karşılıksız bırakılmamıştır.

 

Daha sonra Yahudi şair Kab b. Eşref de Resûl-i Ekrem’e hakaret ettiğinde en ağır şekilde cezalandırılmıştır.

 

Mekke’nin fethinden sonra affedilmeyecek olanlar listesinde yer alan Abdullah b. Ziba’ra, Ka’b b. Züheyr; kadınlardan Sare, Ümmü Sad, Erneb, Fertane İslam’ın mukaddesatına hakaret etmelerinden dolayı haklarında en ağır hüküm verilmiştir.

 

Onlardan Sare, Fertane, Ümme Sad gibi cariyelerin efendilerinin gözüne girmek ve onlardan menfaat elde etmek için İslam’a hakaret ettikleri malumdu. İslam, bunu bir mazeret olarak görmemiş, sanatını İslam’a hakaret için kullananlara karşı tavizsiz bir tutum içinde olmuştur.

 

Müslümanlar tarih boyunca mukaddesatlarına yönelik hakaretlere karşı ödünsüz bir tutum içinde bulunmuşlardır.

 

Osmanlı Dönemi, kayıtların muhafaza edilmesiyle bize Müslümanların hakaret karşısındaki tutumlarını duyurması açısından oldukça dikkate değerdir.

 

Osmanlı kadıları, Resûl-i Ekrem’e yönelik her tür hakareti ciddiyetle irdelemiş, şahitlerin bulunması ve tövbenin ciddi bulunmaması durumunda en ağır cezayı vermişlerdir.  Tanzimat günlerinde dahi bu ciddiyet korunmuştur.

 

Osmanlı ayrıca, kendisinden önceki diğer Müslüman yönetimlerde olduğu gibi kendi hâkimiyet alanı dışında da İslam’ın mukaddesatına yönelik bir hakaret söz konusu olduğunda müdahale etmiştir.

 

Osmanlı, bunun için dış basın ve etkinlikleri titizlikle takip ederdi, sefaretler de bu yönde istihbarat bildirirlerdi. Örneğin, 1888’de Londra Sefareti’nden gönderilen bir yazıda Londra’da basılan bir mecmuanın Allah’a ve Hz. Resûl-i Ekrem’e hakaret içeren yazılar neşrettiği, bu hususta gerekenin yapılabilmesi için son nüshasının gönderildiği ifade edilmektedir.

 

Aynı yıl, Fransız yazar Vickonte Henri de Bornier’in (1825-1901) yazdığı ‘‘Muhammed’’ adlı 1800 mısralık iftira ve uydurmalarla dolu bir piyesin Fransa, İngiltere ve ABD’de oynatılmak istediği belirtilmiş, bunun üzerine başta II. Abdülhamid olmak üzere Osmanlı yönetimi engelleme girişimlerinde bulunmuştur. Fransa Cumhurbaşkanı Karlo, Müslümanlardan yana tutum takınınca katkılarından dolayı Osmanlı nişanı ile ödüllendirilmiştir.

 

Kurtuluş Savaşı yıllarında ise Erzurum’da dış istilaya karşı Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurulmuştur. Ancak henüz dış istila devam ederken “halkçı” adı altında bazı sosyalistlerin İslam’a hakaret ettikleri haber alınmıştır. Bunun üzerine cemiyet, Muhafaza-i Mukaddesât ve Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti olarak adını değiştirmiş ve mukaddesata yönelik saygısızlıklara karşı tavır alınmıştır.

 

Cemiyetin kuruluş tüzüğü, Müslümanların mukaddesat karşısındaki tutumları açısından önemlidir. Söz konusu tüzüğün 2. Maddesinde cemiyetin kuruluş sebebi olarak; milletin beş altı seneden beri dış istilanın her tür felaketine maruz olduğu bir dönemde, birilerinin “sosyal ihtilal (sosyalizm)” adı altında bütün mukaddesatı, dini değerleri, ahlakı tezlilen ayaklar altına alması ve milletin yegâne dayanağı olan mefkûre-i diniye ve kuvve-i maneviyeden yoksun bir hayvan sürüsü gibi değerlere hücum etmesi olarak ifade edilmiştir.

 

Mukaddesata hürmetsizlik, Şeyh Said Kıyamının da temel gerekçeleri arasında sayılmıştır.

 

 

BUGÜN NİYE HAKARET EDİYORLAR?

 

Günümüz dünyasında Ka’be-i Muazzama beton yığınları ile kuşatılmış; Mescid-i Aksâ mütemadiyen hakarete uğramaktadır. Pek çok ulus devletten Hindistan’a, Müslüman kadının tesettürüne yönelik hücumlar yapılmaktadır.

Bunlar yetmediği gibi her gün herhangi bir Batı medyasında veya onların İslam dünyasındaki uzantılarında çoğu zaman sanat adı altında Müslümanların mukaddesatına yönelik en ağır hakaretler yapılmaktadır.

 

Müslümanların tarihsel süreç içinde en zayıf oldukları bir çağda, onların mukaddesatına yönelik bu hücumlar nedendir?

 

Öncelikle bu hakaretler keyfi ve bireysel değildir.

 

Müslümanlar, kendilerini her ne kadar çok zayıf görseler de dünya küfrü, İslam’ı hâlâ ilk gün olduğu kadar canlı ve güçlü görmekte, bundan derin bir huzursuzluk hissetmektedir. Öte yandan Müslümanların zayıf olmalarına rağmen vakarlı duruşları ve mukaddesatlarına sahip çıkmak kararlılıkları onları kahretmektedir.

 

Buna karşı hakareti şunun için silah olarak kullanıyorlar:

 

İslam’ı gözden düşürmek ve İslam’a duyulan alakayı kırmak istiyorlar. Özellikle Müslümanların içinden (kökleri Müslüman olan) kişilere hakaret ettirerek İslam’dan dönenlerin bulunduğunu duyurma derdindeler. Böylece halkalarına “İslam hak din olsaydı, müntesipleri ondan dönmez ve ona hakaret etmezlerdi” diyorlar.

Bütün dünya onlara uygarlık bağlamında itaat etti, sadece Müslümanlar, direniyorlar. Müslümanların da kendilerine itaat ettiğini ispatlamak istiyorlar. Bununla dünya hâkimiyetlerinin tamamlanacağını düşünüyorlar.

Müslümanların onurunu kırıp onları tahkir ederek modern esarete alıştırmaya çalışıyorlar.

Buna karşı bize düşen;

 

-İslam’ı hakkıyla yaşamaktır.

 

-İslam’ı anlatmaktan yorulmamaktır.

 

-Hakaretlere karşı İslam’ın aziz olduğunu ve hâlâ ona samimiyetle bağlı müntesiplerinin bulunduğunu bütün dünyaya duyurmaktır.

 

-Hakaretleri fırsata dönüştürerek Müslüman toplumda hissiyat birlikteliğini güçlendirmektir.

 

-Hakaretleri yine fırsata dönüştürerek her hakaret girişimini İslam’ı gayri Müslimlere anlatmak için yeni bir davet hamlesine evirmektir.

 

Örneğin, Kur’an’a hakaret karşısında Müslümanları şuurlandırmak ve duyarlıklarını yitirmiş kişilerde duyarlık oluşturmak için gayret gösterilebilir. Aynı şekilde Kur’an-ı Kerim’in yüceliği o vesileyle bütün dünyaya yeniden anlatılabilir.

 

Bu, çok işlevsel bir tepki tarzıdır ve İslam düşmanlarını kahretme konusunda çok önemlidir.

 

3. Eğlendirerek Köleleştirdiler!

İnsan, kadim zamanda, vahyin ulaşmadığı noktalarda ya da vahye inanmayanlarca vahşi bir varlık olarak kabul edilir ve insanın ancak şiddetle te’dip edilebileceğine inanılırdı. Hatta yakın bir zamana kadar isyanları bastırma operasyonları için “te’dip harekâtı” ifadesi kullanılırdı. Şiddetle hizaya getirilemeyen insanlar ise efsanelere inandırılır, ürkütülür ve itaat altına alınırdı.

O günün dünyasında eğlence, havas içindi; avama açık değildi. Avam, boş vaktini basit oyunlar ve anlatılarla geçirip avunurdu.

İslam tarihinin ilk zalimleri de eğlenceyi kamuya açmamışlardır. Onlar, toplumu kontrol altında tutmak için rüşvet ve zorbalık yollarına başvururlardı. Önce rüşvet teklif ederler, rüşvetin kabul edilmemesi durumunda zorbalığı seçerlerdi.

Yine o dönemde kimi Müslüman şahsiyetleri, helalde israfa sevk ederek etkisizleştirme yoluna başvurulmuştur. Zulme sesini çıkaran biri,  sık evlenip boşanmaya yönlendirilerek helal üzeri de olsa ev hâlleri ve çocukları ile meşgul ettirilir, böylece onun yönetimin işlerine çokça karışmasının önüne geçilirdi. Bu tür örnekler nadir de olsa yaşanmıştır.

Fakat İslam toplumlarında hiçbir zaman eğlence, bugün olduğu gibi kitleleri itaat altına almak için bir araç olarak kullanılmamıştır. Tarih kitaplarında daha çok şehzade ve sultan hanımların düğünleri ile ilgili anlatılar da eğlenceden öte, büyük bir ziyafet ve şenliklerden ibarettir. O ziyafetlerde yemek bolluğu söz konusu ise de şehevi arzuları azdıracak çok az eğlence söz konusudur veya öyle bir eğlence hiç yoktur.

Zira İslam, Müslümanları bundan alıkoymuştur. İslam’da topluma yönelik, şehevi arzuları azdırıcı eğlenceler bir yana, birey için boş konuşmak, ibret almadan gezmek, vaktini anlamsız işlerle geçirmek dahi kerih görülmüştür ve bu hüküm, avam veya havas farkı olmaksızın herkes için geçerlidir.

İslam toplumlarında eğlencenin insanı uyuşturmada kullanılması, hanedanların çürümesi ve vezirlerin hanedan ailelerine galip gelmeleri dönemlerinde görülmeye başlanmıştır. O dönemlerde hanedanın varisi, genellikle çocuk veya gençtir. Devleti yöneten vezirler, o genç varisin, işlerine karışmasından hoşnut değillerdir. Bu durumda onu eğlenceye alıştırarak devlet işlerinden uzak tutarlardı. Bu hususta kayda değer tarihsel veriler vardır. 

YAHUDİLERDEN ÖĞRENİLEN BİR YÖNTEM

O günler incelendiğinde Müslüman yönetimlerin saray ve köşklerinde çok sayıda Yahudi hekimi çalıştırıldığı görülür. Eğlenceyi bu şekilde kullanan vezirlerin bir kısmı Müslüman olsa da Yahudi kökenlidir, diğer kısmı ise Hıristiyan köle iken İslam’ı seçip vezirlik makamına kadar çıkmış ve Müslümanların dünyasına cahiliye döneminin araçlarını taşımışlardır.

Katolik Avrupa’da da eğlence, kitleleri uyuşturmak için kullanılmazdı. Katolik çağdan önce Avrupa’da Roma Dönemi’nde bunun kısmen var olduğu ise malumdur.

Avrupa’da eğlencenin toplumu uyuşturma, itaat altına alıp bir tür köleleştirme amacıyla kullanılması, ancak “modern demokratik” dönemde söz konusu oldu.

Fransız İhtilalı ile demokratik döneme geçenler, “Hâkimiyet milletindir!” iddiasındaydılar. Söze bakılırsa her bireyin kendisini kral hissedeceği bir döneme geçilecekti. Aynı dönemde akılcılık da bayraklaştırılmıştır. Vaatlerine göre, her bireyin aklı, geçmişin bir kraliyet divanı mensubu aklı gibi yönetime yansıyacak, böylece kraliyet sonlanırken ortaya “halk yönetimi” çıkacaktı.

Halk yönetimi, Batı Avrupa’da önemsenmiş, sosyalist Doğu Avrupa’da ise resmen kutsanmıştır. Oysa kıtanın her iki yanında da yeni dönemin azınlık yöneticileri Yahudilerdi. Yahudiler, sekülerlik/laiklik teziyle, Katolik ve Ortodoks yapıyı bertaraf ettiler, bütün cemaatleri diskalifiye ettiler. Buna karşı, cemaatleri, kendisini olduğu gibi koruma avantajını sürdürdü.

Yeni dönemde yönetim, sözde herkese açıktır. Hâlbuki bireycilik, toplum tabanına öylesine yayıldı ki kimse, yol alamayacak kadar güçsüz duruma düştü. Böyle bir zeminde tek örgütlü yapı olarak kalan Yahudi cemaati devlete hızla el koydu. Hem Batı hem Doğu Avrupa’da devlet yüz elli yıl gibi kısa bir süre içinde Yahudilerin eline geçti.

Vezirler Dönemi İslam toplumunda, resmiyette hanedandan biri iş başında görünürdü. Oysa hakikatte yönetim vezirlerdedir. O döneme çok benzer bir şekilde, demokratik dönemde de Batı’da görünürde yönetim hakkı tüm halkındır ve halk, yönetimin fiili ortağıdır. Hakikatte ise örgütsel yapısını koruyan Yahudi azınlık ve onların müttefikleri işbaşındadır. Aklın uyandırıldığı bir dünyada bunun kabulü mümkün değildi.

Resmiyette “kral”, halkın manevi şahsiyetiydi. Oysa artık “bürokrasi” adını alacak yeni tür “vezir” özellikle ekonomiyi ellerinde bulunduran Yahudilerdi. Bu vezirler, kadim kralları devirmiş ve etkisizleştirmişlerdi. Halktan ibaret olan yeni “kral”ın, yönetime fazla da karışmaması hatta yönetimi tamamen kendilerine bırakması için bir yol bulmalıydılar.

Bunun bilinen birkaç yolu vardı: Zorbalık, rüşvet, kutsallık. Ne var ki yeni rejim zaten zorbalığa karşı var olma iddiasındaydı. Dolayısıyla zorbalığa başvurduğunda meşruiyetini kaybediyor ve aynı zamanda huzursuzluğa maruz kalıyordu. Rüşvete gelince, hem devletin imkânları bütün halka dağıtılmak için yetersiz kalıyordu hem Yahudiler o ölçüde cömert ve eşitlikçi değillerdi. Kutsallık ise tamamen çökertilmişti. Bu durumda yeni gizli azınlıkçı yönetimin elinde tek araç olarak eğlence kaldı.

Yahudi nüfusun yoğunlaştığı Avrupa ve Amerika kentlerinde meselenin bu şekilde yol aldığı kolayca görülebilir. Döneme eleştiri getiren nadir kişilerden Hitler için de Alman gençliğine yönelik en büyük tuzak şehevi arzuların harekete geçilmesi ve onunla ilişkili eğlence dünyasıdır. 

Lâkin burada eğlence sektörü de sistem içinde “başıboş” bırakılmadı! Kendisini “tanrı” yerine koyan yeni devlette insanın şehevi arzularının azdırılırken dahi sistem lehine kontrol altında tutulmasına özen gösterildi.

Eğlence bu tutum üzerinden belki tarihte ilk kez bütün kamuya açıldı ve saraylardan, köşklerden çıkıp en sıradan kişinin ulaşabileceği bir tüketime dönüştü. Ama eğlence, aynı zamanda devasa bir ekonomik sahaya büründü.

Bu çerçevede Yahudiler ve müttefikleri, eğlenceyi denetim altında tutarken aynı zamanda onun ekonomik getirisini de kazanç hanelerine kattılar, onun üzerinden ekonomik güçlerine güç eklediler. 

Artık sıradan insan, durmadan çalışacak ama çalıştığının bir kısmını asli ihtiyaçları için değil, eğlence için kullanmaya başlayacaktır.

İnsan, gün boyu, bütün aile efradıyla köle gibi çalışacak ancak akşam olduğunda evinin yolunu tutmayacak, kazandığı parayı eğlence mekânlarında tüketecektir. Böylece gündüz kazandığını gece ekonomi çevrelerine iade edecektir. Buna gücü yetmediğinde içkiyi evine taşıyıp hanesini küçük bir meyhaneye dönüştürerek o sektöre katkı sağlayacak veya hafta sonu ve yıllık izinlerini eğlence mekânlarında geçirecektir.

Eğlence, bu süreçte toplumsal hayatın öylesine merkezine oturacak ki sıradan insan, ona katılmadığında kınanacak, ona katılamadığında ise bizzat kendisi kendini kınayacaktır. Vaka, bu noktaya geldiğinde, “demokratik yönetim”de halk olarak kral olma hevesine kapılmış toplum için kör döngü de başlamıştır.

Eğlence halka açıldıkça halk, sadece cebindekini ekonomiyi ellerinde bulunduranlara kaptırmayacak, onların hilesini görecek aklını da yitirecek, nihayetinde ise aklını onlar hesabına işletmeye başlatacak, onların gönüllü bir yaşam tarzı kölesine dönüşecektir. 

Bu hikâye, toplumları kendilerine itaat ettirmek için put üreten veya dışarıdan put getiren cahiliye dönemi idarecilerinin oluşturdukları serüvenden pek de farklı değildir. Zira zamanla, putlar üzerinden itaate alıştırılanlar putları üreten veya getirenlerden daha putperest olacak, putları için canlarını feda edecek kadar putperizm bağımlılığına sürükleneceklerdir.

Toplum, eğlenceye alıştıkça hevasına kul olur, zevkperizme yönelerek arzularını hayatının merkezini yerleştirir ve eğlenceyi yaşam tarzının asli unsuru, bir tür mukaddesi olarak görmeye başlar. 

Bu aşamada, toplum, eğlenceye yönelik en sıradan kısıtlamayı, yaşam tarzına doğrudan müdahale olarak değerlendirir.

Toplum, geçmişte putlara dokunanlara gösterilen tepki gibi bir tepkiyle karşı çıkar, onlarla mücadele etme yoluna girer. Hatta onlarla mücadele etmeyi, yaşam tarzı için mücadelenin, dolayısıyla mukaddesatının bir gereği gibi görür, o yönde davranmayanı, kendisine saygı duymamakla itham eder.

Böyle bir ortamda sıradan bir işveren, etek boyunu gündeme getiremez; bir baba, kızının dinlediği müziğe karışamaz, bir hükümet meyhanelerin açık kaldığı saatleri azaltamaz. Bunu yapmaya kalkışan aşağılanır, ötekileştirilir ve devrilmeye çalışılır.

Bu aşama artık, “siyasal günahkârlık” aşamasıdır. İnsanın akıl, can, nesil ve mal emniyetine zarar verecek boyuta ulaşan eğlenceyi odağa alan yeni bir siyasaldır bu. İnsanın zararına olanı, bir tür mukaddes gibi sahiplenmiştir, siyasi tercihlerini de o yönde yapmaktadır. Siyasetçisini seçerken onun kişiliğine, hizmetine değil, hevasına ne kadar hizmet edeceğine bakmaktadır.

Toplum, bu aşamada, siyasetle ilgili bütün söylemlerini yaşam tarzı merkezli değerlendirmekte ve yaşam tarzının odağına ise meyhane kültürü ve şehevi arzuları yerleştirmektedir.

Bugün Batılılaşma projesinin uygulandığı İslam toplumlarının bir kısmı bu noktaya sürüklenmiş durumdadır. 

İstanbul’un pek çok semtinde dört kişilik bir ailenin dört bireyi de haftada 50 saati bulan yorucu bir iş yaşamında bulunduğu hâlde ancak geçinebilmektedir. Onları dinlediğinizde ekonomik harcamalarının ilk üç kalemi içinde içkiyi ve eğlenceyi saydıklarını görürsünüz.

Kaldı ki bu eğlence sektörünün görünen yanıdır, onun pek çok gizli kalemi vardır ki o kalemlerin başında, özellikle kadınların hanelerini aşarak kamuya açık bir eğlence türü olarak fiziklerine sürekli harcama yapması gelir. Kişinin fiziği için harcama yapması, sınırlar içinde kaldığında elbette kınanacak değildir. Ama toplum içine karışmak için sürekli bir şekilde fiziğiyle oynamak, hakikat düşünüldüğünde hiç de anlamlı değildir.

Sınırlar aşıldığında sıradan insan, geçmişin saray insanı gibi kuaför ve süse harcama yapmak zorunda kalır. Dolayısıyla yoksul insanın gelirinin önemli bir kısmı bu yöndeki harcamalara gider ve siz, bunu eleştirme cüretinde bulunamazsınız. Zira bu, söz konusu kişilerin kutsalı hâline gelmiştir. Zaten “kutsal” kadar ona anlam vermezse öyle bir harcama yapması da düşünülemez.

Bu noktaya sürüklenen insan, görünüşte, kendisinin hizmetkârı, nihayetinde nefsinin kölesidir; nefsine hizmet etmekte ve nefsini eğlendirmek için çalışıp durmaktadır. Hakikatte ise bu durumdaki insan; aynen putlara tapanların gerçekte putlara değil, putları üretenlere itaat etmeleri gibi, nefsine değil, eğlence sektörünü üretip kontrollerinde tutanlara hizmet etmekte, onlara kölelik yapmaktadır. Onlar için çalışmakta, onlar için tüketmektedir. Öyle bir kölelik “mankurt” misali beyni de kaybettirdiğinden köleliğe düşen, köleleştiğinin hem farkında değildir hem farkında olmak istememektedir. Onu farkına vardırmaya çalışana da düşman kesilmektedir.

İnsanın düştüğü bu nokta, insanı insan yapan iradenin düştüğü en esef verici durumdur ve bozulmanın en düşük noktasıdır.

 

 4. İslâmî Ekonomik Sistem ve Faiz Vahşeti

Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem, Mekke’de ticaretle meşguldü. Onun katıldığı Hilfü’l-Fudûl da ticaretle ilgiliydi.

Cahiliye devrinde faiz yaygındı ve ticaretten sayılırdı. Hatta onlar için ticaret, bir tür faizdi.

“Faiz yiyenler ancak şeytanın çarparak sersemlettiği kimse gibi kalkarlar. Bunun sebebi onların, ‘Alım satım da ancak faiz gibidir’ demeleridir. Hâlbuki Allah, alım satımı helâl, faizi ise haram kılmıştır. Artık kime Allah’tan bir öğüt erişir de faizciliği bırakırsa geçmişteki kendisinindir, durumunun takdiri Allah’a aittir. Kim de yine faizciliğe dönerse işte bunlar orada devamlı kalmak üzere cehennemliklerdir.” (Bakara Sûresi 275)

Zira cahiliye devrinde ticaret; çok kazanma hırsına ve kazandığını tüketecekse kendisi için tüketmeye dayalıydı.

Tüccar, karşısındakinin çıkarının düşünmeden ne kadar çok kazanabilirse kendisini o kadar yetenekli kabul ederdi. Başkalarına yardım etmeyi ise kınardı. Yardım talep eden olursa verdiğine karşı faiz isterdi. Karşısındakinin bundan zarar görmesini de ticaretin gereği kabul eder, önemsemezdi. Serbest pazar ekonomisinde bu, tamı tamına kapitalist yaklaşımdı. Bu ekonomik sistemde, zenginin kazancı kendineydi; yoksul ezilir, mağdur edilirdi ve yükselme umudundan hep yoksundu.

Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem, Medine-i Münevvere’ye geçtiğinde serbest pazar ekonomisini yasaklamadı ama o ekonomik sistemi, yüce Allah’ın emirleri doğrultusunda kapitalist kirlilikten arındırıp dönüştürdü. Çok kazanma hırsından beslenen ekonomik sistemin yerine, toplumun gereksinimlerini gözeten, bir ekonomik sistem gelişti Medine’de. Bu ölçüleri vahyi ile belirlenmiş, insan fıtratına uygun ve Müslüman vicdanını yansıtan ekonomik sistemde, “bencil tüccar” yerini mücahid merhamet ehli tüccara bırakmıştır. 

Bu sistemde tüccar, çok çalışır ve çok kazanmak isterdi ancak o bunu sadece kendisi için yapmazdı. Onun için çok kazanmak; daha çok sevap işlemesi, daha çok infak edip başkalarının ihtiyacını karşılayıp İslam sancağını ileriye taşımak için bir ilahi rıza imkânıydı.

Ticaret, Müslüman tüccar için mukaddes bir vazife gibiydi. Müslüman tüccar, israfa kaçmadan kazandığından giyinip beslenerek rızıklanırken başkasını kazancına zekât ve infakla ortak etmekten mutluluk duyardı. “Ne yapsam daha çok infak ederim, daha çok sevap kazanırım?”, onun temel kaygısıydı. Onu daha çok kazanmaya sevk eden de bu mukaddes kaygıydı.

Ticaret, Medine-i Münevvere’de Ahiret makamları elde etmek için bir dünyevi merdivendi. Tüccar, kazanıp malını artırırken sevabını da artırıp ilahi rızaya daha çok kavuşmayı umut ederdi.

Böyle bir ekonomik sistemde faizin yeri olamazdı. Onun yerine tüccarın zarar edip çökmesini engelleyecek önlemler alınırken karz-ı hasen konmuştur. “Karz” terim olarak “geri ödenmek üzere verilen mal veya birine ödünç/borç verme” demektir. “Hasen” ise “iyi, güzel” anlamındadır.

“Kim Allah’a güzel (karşılık beklemeden) bir borç verirse Allah da bunu kat kat fazlasıyla öder. Daraltan da genişleten de Allah’tır ve O’na döndürüleceksiniz!” (Bakara 245)

“Allâh’a güzel bir borç verecek olan kimdir? Artık Allâh, bunu kendisi için kat kat arttırır. Onun için oldukça üstün ve onurlu (kerim) bir ecir vardır.” (Hadîd, 11)

Karz-ı hasen, bu ayet-i kerimelerde kişinin Allah için fedakârlıkta bulunması, ahireti uğruna dünyasından vazgeçmesi anlamında kullanılmıştır.

Müslümanlar, kişinin karşılıksız borç vermesini Allah yolunda yapılan fedakârlık olarak gördükleri için onu da karz-ı hasen olarak nitelendirmişlerdir. Zira kişinin mü’min kardeşinin gereksinimini bir çıkar beklemeden karşılaması, Allah için yapılan bir fedakârlıktır.

Resûl-i Ekrem, “Kim bir Müslümanın dünya sıkıntılarından birini giderirse Allah da onun âhiret sıkıntılarından birini giderir. Kul, kardeşinin yardımında olduğu sürece Allah da onun yardımındadır.” (Buhârî) buyurmuştur.

“Sadaka on misliyle, karz on sekiz misliyle mükâfatlandırılır”, “İki defa borç vermek bir kere sadaka vermek gibidir.” hadis-i şeriflerinde ise karşılıksız borç vermek, doğrudan sadaka ili ilişkilendirilmiştir.

Karz-ı hasen’in bu şekilde teşvik edildiği, yüceltildiği bir ekonomik sistemde faiz elbette yasaklanırdı. Zira bu ekonomik sistemde sermaye sahibi, muhtaç kişilere yardım etmeyi fırsat kabul ederken faizli sistemde sermaye sahibi, kişilerin güç duruma düşerek faizle borç aramalarını fırsat bilmektedir.

İslâmî ekonomik sistemde, tüccar için başkalarının acı ve ihtiyaçları sevap kazanmaya vesile iken faizli ekonomik sistemde başkalarının acı ve ihtiyaçları daha çok para kazanmak için fırsattır. İslâmî ekonomik sistem, ne kadar insanî ise kapitalist ekonomik sitemi o kadar vahşidir.

İslam; faize müsamaha ile yaklaşmamış; faizciyi, tefeciyi şeytanın dostu ve kardeşi olarak görmüştür. Ancak bu salt söylemde kalmamış, Müslüman idareler ve toplumlar, güç durumda kalanların faize bulaşmamaları için önlemler almışlardır. Bu doğrultuda para vakıfları kurulmuştur. Kişiler, herhangi bir mülklerini vakfedebildikleri gibi paralarını da vakfetmişler ve vakıf idareleri sermayeye ihtiyaç duyan kimselere vakıflardan karz-ı hasen vermişlerdir. Yine özellikle Osmanlı Devleti’nde Ahi Loncaları gibi esnaf birlikleri de karz-ı hasen sandıkları oluşturmuş ve o sandıklardan işe yeni başlayan ya da çalışırken güç duruma düşen esnafa karz-ı hasen ihsan etmişlerdir. Esnaf, durumunu düzeltince borcunu ödemiş ve aynı zamanda karz-ı hasen sandığına infakta bulunanlar arasında yer almıştır. Nihayetinde İslam’ın getirdiği bu fazilet istikrarlı bir dayanışma yolu olmuştur.

FAİZ FELAKETİ

Resûl-i Ekrem, Veda Hutbesi’nde bir kez daha faizin yasaklandığını duyurdu, İslam’ın faizle ilgili kesin yasağını tebliğ etti. İslam’ın yaklaşımı net olunca Müslümanlar arasında faiz yaygınlaşmadı. Ancak İslam âleminin zayıflaması ve Batı bankalarının İslam dünyasına uzanması ile faize bulaşanlar oldu.

Faizli ekonomi, tüccarı ve hatta karz-ı hasene muhtaç sıradan insanı, sürekli faiz açığını kapatma çabasına mahkûm ederken Osmanlı Devleti de Batılı bankalar ve gayrimüslim tefecilerden para bulmak için faize bulaştı.

Faizli ekonomi, bir tüketim ve israf ekonomisidir. Nitekim, 19. yüzyılda Osmanlı Devleti faize bulaştıkça israfta derin gitmiş ve devlet en zayıf olduğu dönemde müsrifçe saraylar inşa etmeye yönelmiştir. Benzer bir durum fertler için de geçerlidir. Fert, faize bulaştıkça harcamalarında sınırlamadan uzaklaşır, nihayetinde faiz kurumları onun kapısında dayanır, onu icralara götürür, malını mülkünü faiz borcuna karşılık elinden alır.

Osmanlı, başlangıçta faizli ekonomiyi sorunlarından kurtulmak için bir kurtuluş yolu görmüştü oysa o yol, onu yıkıma götürdü. Fertler de ekonomik sorunlarından kurtuluş için faize girerler; faiz bankaları sürekli o yönde teşvikte bulununca fertler onu kurtuluş yolu zannederler. Oysa faiz, zamanla onunu bütün varlığını tüketen bir canavara dönüşür.

Faizli ekonomi, ticaretin de önünde bir engeldir. Zira faiz, sermayeyi riskli girişimlerden uzaklaştırır, garanti bir kazanç gibi görünen faiz havuzlarına çeker. Faiz, yeni girişimcilerin sahaya girmesini engeller, onları var olan girişimcilerin sermayedarına dönüştürür. Zamanla geniş bir “oturan zengin” kitlesi meydana getirir, üretimi, üretimdeki rekabeti bozar, engeller. Öte yandan daha büyük faiz lobileri, paraya gereksinim duyan yatırımcılara faizle para vere vere zamanla onları tahakküm altına alır, onları faiz lobilerinin bir tür esaretine sokar. Bu sistem, iyice yerleştiğinde ekonomi, birkaç faiz baronunun vicdanına (!) kalır.

Osmanlı Devleti’nin çökmesinde faize bulaşmanın mühim bir yeri vardır. Osmanlı üretime yöneleceğine faizle borç temin etmeye yöneldiği için çöktü, demek asla abartı değildir.

Günümüzde ise Uluslararası Para Fonu (İMF), devletleri ABD ve müttefiklerinin tahakkümüne almak için faizi bir silah olarak kullanmaktadır.

Uluslararası borç tutsaklığının sonucu Mart 1970’te iktidardan düşürülen Kamboçya Devlet Başkanı Sihanouk Pekin’deki sürgünde şöyle yakınıyordu:

“ABD daha doğrusu IMF yardımını kabul ederek bünyemize ulusun kan dolaşımını zehirleyen bir virüs kabul etmiş oluyorduk. Yardımların neden olduğu rahatsızlık sinsi sinsi ilerleyen bir felce benziyordu. Belirtileri ortaya çıktığında bir şeyler yapmak için çok geç kalınmıştı. Zehir işlevini yerine getirmeyi ben yardımı tümüyle kestikten sonra da sürdürdü. Ülkemiz üst düzey yöneticileri arasında bulunan dolar tutkunları, dolarların yeniden akışını sağlamak için ihanet etmeye ve belki de benim aldığım önlemleri engellemeye hazırdılar.”

 Kamboçya’nın devrik devlet başkanını “yardım” dediği aslında “faizli borç”tur. IMF, faizin devletlerde yol açtığı ürküntüyü hafifletmek için faizi, uluslararası yardım kılıfına sokmuştur. Hangi devlet, o kılıfta yardım alıp IMF faizine bulaşmışsa kendisini felaketlerden kurtaramamıştır. O ülkeler gittikçe yoksullaşmış, borçlarını ödemek için halklarına verdiklerini kısmışlar ama nihayetinde darbe ve hatta istilalara konu olmuşlardır.

Faizli ekonomide, tefeci denen bir sermaye sınıfı vardır. Faizi, her tür kuraldan soyutlayarak bir kazanç yolundan da öte bir mahkûmiyet/bağımlılık yoluna dönüştüren bu sınıf, kendilerinden faizle borç alanı, asla belini doğrultmayacak bir sürece zorlarlar. Parayı öylesine yüksek bir faizle verirler ki borcu alan, her seferinde yeni bir borca mahkum olur ve nihayetinde tefecilere bağımlı hâle gelerek bütün kazancını onlara aktarmak durumunda kalır. Onların fasit dairesinden çıkmak istediğinde ise şiddetle cezalandırılır.

IMF de ülkeleri ABD’ye bağımlı hâle getirmek için bu tefeci yönteminden yararlanır. Daha doğrusu IMF’nin borç politikası tamamen bir tefeci politika olarak oluşturulmuştur.

IMF, ülkelerin bütçeleri açık verince onlara borç para verir. Lâkin, tefeci bir yaklaşımla verdiği borcun söz konusu ülkenin borçlarını tamamen ödeyip kalkınma yoluna girmesine izin vermez. Aksine ülkeyi, sürekli borca muhtaç tutarak daimi müşterisi hâline getirir. Ardından borçlarının ödenmesini sağlama alma bahanesiyle ülkenin ekonomisine müdahale eder, merkez bankasını denetleyerek vergi politikalarına ve harcama giderlerine yön vermeye kalkışır. Ülkeyi gelirlerini yatırım için kullanmaktan alıkoyup borç ödemeye sevk eder. Ülkenin hükümetlerinden rahatsız olduğunda yüksek vergilere yöneltip yatırımlardan uzak tutarak hükümetle halkın arasını açar. Hükümete karşı halk isyanlarını kışkırtır. Bundan başarılı olmadığında darbe yapma yoluna gider. Neticede başta “yardım” adı altında ülkeye borç veren IMF, nihayetinde ülkenin gayriresmi bir istilacısına dönüşür, ülkeyi ABD ve müttefiklerinin politikalarının maşası hâline getirir.

Pek çok çağdaş ülke için tıkır tıkır işleyen bu faizle başlayan istila, 19. yüzyıldan itibaren, henüz IMF yok iken Batılı devletler tarafından Osmanlıya karşı işletilmişti. Osmanlı, Batı ülkelerinin borçlarını ödemek için onların her tür kısıtlamasına razı olmuş, nihayetinde ekonomisini Batı ülkelerinin bankalarının acenteleri konumundaki Yahudiler ve diğer azınlıklara teslim etmişti. Ama koca Osmanlı, tamahkâr tefecinin tuzağına düşen sıradan insan gibi onların elinde kıvrana kıvrana can vermişti.

İnsanlık hasene sahip çıkmayınca seyieye (kötülüğe) mahkum oldu. İnsanlık, hasenin nimetini bilip hamd etmeyince faiz seyiesinin vahşetine düçâr oldu. Ne yazık ki bugün o hasen olandan o ölçüde uzaklaşmış ki artık seyieyi tabii hatta zorunlu görmek, faizsiz bir ekonomi için, aynen Mekke cahiliyesi gibi “imkânsız” demektedir. Bu aslında, kölelik düzenini tabii ve hatta zorunlu görenlerin hâlinden farksızdır.

 

 

5. Siyer’i Doğru Okumak!

Ashâb-ı Kirâm radiyallahü anhüm, Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem ile beraber ve Ona tabi idiler. Dolayısıyla onlar, Siyer’i okumuyorlar; Siyer’in içindeydiler, onu bizzat yaşıyorlardı.

Ashâb, Resûl-i Ekrem’in huzurunda iken Onu dinlemekle kalmazdı, aynı zamanda Ondan payına düşeni alır ve aldığıyla amel ederdi. 

Hz. Musab radiyallahü anh, sonradan şereflenerek Medine-i Münevvere makamına yükselen Yesrib’e İslam’ı anlatmak üzere gönderilmişti. Yesrib ahalisi, Ondan İslam’ı duydukça Resûl-i Ekrem’i merak ediyorlar ve “Acaba nasıl biri?” diye soruyorlardı.

Suale muhatap olanlar, cevapta hiç güçlük çekmiyorlardı: Mekke’den gelen şu genci gördünüz mü? Musab’ı? İşte o, Muhammed salallahü aleyhi vesellem’e benziyor, diyorlardı. Siyer’in içindeki Asbab’ın konumu tam da buydu. Onlar, Siyer’in içinde yaşayarak Siyer’in sahibine benzemişlerdi.

 Resûl-i Ekrem, ruhunu teslim edince Ashab Onunla ilgili hatıraları anlatarak ve dinleyerek Onu sürekli yâd ederdi. Tabiin de onlardan dinlediklerini birbirlerine aktarır ve hayatlarına tatbik ederdi. 

“Siyer”, yaşam hâlidir, yaşam yürüyüşüdür, kişinin yaşam tarzıdır, hayat gidişatıdır. Ashab, Tabiin ve sair Selef-i Sâlihin için Siyerden söz etmek, bir yaşam tarzından söz etmekti. Resûl-i Ekrem’in yaşam tarzı… Öyle bir yaşam tarzı ki Hz. Aişe validemiz radiyallü anha, Onu yürüyen Kur’an diye tarif etmişti. Dolayısıyla Selef-i Sâlihin için Siyer’i öğrenmek, Kur’an’ın yaşanmış hâlini öğrenmekti, Siyer’i anlatmak da Kur’an’ı izah etmek gibiydi. 

İslam’ın mükemmel bir yaşanmışlığı nasıl olur? Onu beyan eden Siyer’dir. Selef-i Sâlihin, Siyer’i İslam’ın mükemmel yaşanmış tarzını öğrenmek için dinler, okur ve anlatırdı.

Resûl-i Ekrem, bütün insanlığın peygamberi olmakla, çok yönlü bir şahsiyettir.

O, dinî bir önderdir. Dinî önderlerin etrafında mitoloji dediğimiz efsaneler oluşur.

O, aynı zamanda büyük bir askerdir. Büyük askerler etrafında destansı anlatımlar gelişir.

Her iki anlatımın da ortak özelliği hakikatten uzak olmasıdır, abartılar içermesi ve genel olarak tabi olmanın; yani yaşanmışın tekrarlanmasının mümkün olmamasıdır.

Selef-i Salihin, Resûl-i Ekrem’in etrafında mitolojik bir anlatımın, destansı bir abartının geliştirilmesine izin vermemiştir.

Bu, Resûl-i Ekrem’in sair beşerlerden bir beşer değil, Hakkın hak elçisi olduğuna dair bir mucizedir; Onun Siyer’inden sonra ama Siyer’i ile doğrudan ilişkili olan bir mucizedir.

Resûl-i Ekrem, hâşâ hiçbir topluluk tarafından asla tanrılaştırılmamıştır; onun için kanatlı bir asker olma gibi destanlar da asla uydurulmamıştır. Bu, Selef-i Salihin üzerinden yapılan ilahi bir korumadır, bir hak peygamberlik mucizesidir.

Kur’an-ı Kerim, nasıl ki ilahi bir koruma altında ise Resûl-i Ekrem’in Siyer’i de Selef-i Salihin vesilesiyle bir tür koruma altına alınmıştır. Yüce Allah’ın Selef-i Salihine bahşettiği ilim, irfan ve hassasiyetle; Resûl-i Ekrem’in Siyer’i ana bağlamında mucizevî bir şekilde korunmuş ve suiistimalden uzak kalmıştır. 

Siyer’in kaynağı öncelikle Kur’an-ı Kerim’dir ve Hadis ilmidir. Siyer, sonradan tarih ilminin de konusu da olmuştur. 

İslam toplumu ne zaman bir nitelik kaybına uğradığını fark etmişse Hadis ilmine sarılmış, Hadis ilmini ihya ederek kendini ihya etmeye çalışmıştır. Aynı bağlamda İslam toplumu ne zaman toplumsal ve siyasal ihya gereksinimi hissetmişse Siyer okumalarını artırmıştır. Mevlid-i Nebi okumaları da böyle bir gereksinimle var olmuştur. Mevlid-i Nebi vesile kılınarak aslında İslam toplumuna Siyer-i Nebi anlatılmış, Resûl-i Ekrem’in önderliği ve Ona tabi olmanın kurtuluşa vesile olacağı ifade edilmiştir.

Siyer’i dinlemekten, anlatmaktan, okumaktan, yazmaktan gaye; hep Resûl-i Ekrem’in Sünnet’ine tabi olmak, Onun yolundan giderek ihya olmak ve Siratü’l-Müstakim üzere bulunmak olmuştur.

Siyer, o gaye ile dinlenir, okunur, anlatılır, yazılır.

Ashâb-ı Kiram’ın başı ne zaman sıkışsa soluğu Resûl-i Ekrem’in huzurunda almıştır. Sonraki Müslümanlar da ne zaman daralmışlarsa soluğu Hadis ilminin ve Siyer’in cömert kapısında almışlar ve o kapıya vardıklarında kendilerini Resûl-i Ekrem’in manevi huzurunda hissetmişlerdir.

Bu yönüyle Hadis ilmi ve Siyer, Resûl-i Ekrem’in manevi mevcudiyeti gibidir. Bizler, Resûl-i Ekrem’i görmedik ancak Sünnetini Hadis ve Siyer üzerinden öğrenir, Onun huzuruna onlar vesilesiyle ulaşırız. 

Siyer ile Sünnet arasında kopmaz bir bağ vardır. Sünnet, hayattır ve Siyer’e varış, Allah katında olması gereken hayat tarzına varıştır.

Hadis ilmi ve Siyer, Sünnet için çifte kanat gibidir. Kanatın ağırlığı Hadis’te olsa da uçuş için Siyer’in de payı vardır. Sünnet, elbette Hadissiz olmaz ama Sünnet’e Siyersiz tabi olmak da özellikle toplumsal ve siyasi uçuşa manidir.

MÜSLÜMANLAR VE SİYER OKUMALARI

Müslümanlar, Haçlı ve Moğol belasını bertaraf ettikten yaklaşık yüzyıl sonra, ihya ve tecdidi genel olarak ihmal ettiler. Dolayısıyla İslam’ın en geç 8. Yüzyılından sonra çok az Siyer çalışması yapıldı; Mevlid-i Nebi dışında bu süreçte Siyer okumaları da çok azaldı. Siyer okumaları, genellikle Hadis ilmi çerçevesinde yapıldı. Sünnete tabi olma yönünde bir hassasiyet oluşurken Siyer’i ihmal etmek, ondan yoksun kalmak gibi bir sorun yaşandı. Farkında olunmadan Sünnet’in Siyer yanı kopuk bırakıldı. Bireysel İslâmî yaşayışlar yaygın olarak görülürken Müslümanlar, sosyal ve özellikle siyasal yapıda sorunlar yaşadılar.

Modern çağ gelip çattığında Müslümanlar, karşılaştıkları siyasi sorunlara karşı acilen Resûl-i Ekrem’in kılavuzluğuna gereksinim duydular. Başları sıkışıp da Onun mübarek kapısında seslenen Ashâb gibi “Medet ya Resûlallah!” diye seslendiler. Şanlı Kılavuzlarına kavuşma umuduyla dört bir yandan Siyer okumalarına giriştiler. Oysa ellerindeki Siyer okumaları öz bakımından genel olarak sahih olsa da temel kaynakların dışındakiler, dil bakımından eskimiş; yaşanan günle ilişkilendirme noktasında ise geçmişte kalmıştı. 

Siyer okumaları konusunda daha büyük sorun ise Müslümanlar tarafından ihya amaçlı yazılmış ve çoğu Hicrî 6 -7. yüzyıllara ait Siyer eserlerinin alternatiflerinin;  Batılı Şarkiyatçıların “Muhammed” veya “Muhammed’in Hayatı” diye yazdıkları eserler olmasıydı.

Siyer yazımlarının eskimesi bir tıkanıklık oluştururken Şarkiyatçı anlatımları, Siyer’in Kılavuzluğuna kapanlı bir kapı açıyordu. 

Şarkiyatçılar, hiç şüphesiz Siyer uydurmuş değillerdi. Selef-i Salihin’in Siyer ilmine yaptığı hizmet, yazının girişinde anlattığımız üzere, bir koruma oluşturmuş ve baştanbaşa uydurulmuş bir Siyer yazımını imkânsızlaştırmıştı. Ancak Kur’an’ın özüyle uyuşmayan bir tefsir yazmak mümkün olduğu gibi, Siyer’den kopuk bir Siyer izahı yapmak da mümkündü.

Esasen, temel kaynaklar dışında her Siyer yazımı, bir Siyer tefsiri konumundadır. Temel kaynaklar dışında hiçbir Siyer yazımı, Siyer’in kendisi değildir, bir Siyer açıklamasıdır ve yazarının bakış açısını yansıtır.

İslam dünyasını sömürmek üzere örgütlenen Şarkiyatçıların Resûl-i Ekrem’in hayatıyla ilgili yazdıkları da İslam düşmanlarının birer Siyer okumalarıdır, asla Siyer’in kendisi değildir. Aksine Siyer’den uzaklaştırmak üzere yapılmış birer çalışma hükmündedir.

Oryantalist Siyer yazımlarının hemen hemen ortak özelliği ise Siyer ile Sünnet’in arasını ayırmaları, Resûl-i Ekrem’in sözde hayatını ortaya koyarken; okurun hayatını o mukaddes hayattan uzaklaştırmalarıdır. Bu, çok titizlikle yapılan bir çalışmadır ve Mekke müşriklerinin Resûl-i Ekrem ile ilgili anlatımlarının “çağdaş/modern” bir tarzıdır.

Oryantalistin anlattığı Hz. Muhammed salallahü aleyhi vesellem, sadece Peygamberlikten uzaklaştırılmamış, aynı zamanda Onun peygamberliği etrafında kuşkularla da kuşatılmıştır.

Lâkin Oryantalist; şirk ve küfrün tarihteki yenilgisinden dersler alarak bunu doğrudan yapmaz; münafıkça bir yol izler, Resûl-i Ekrem’i övüyor ve takdir ediyor görünür, hakikatte Onun “sıradan insan” yanını övüp takdir ederken Peygamberliğini yok sayar, vahiyle ilişkisi etrafında kalınca bir duvar örer. Neticede okuyucu, Resûl-i Ekrem’le ilgili çok şey öğrenir ama Ona tabi olma, Onun Sünnet’ini sürdürme hissiyatından uzaklaşır. Resûl-i Ekrem’i tanır, Ona yakınlaştığını zanneder, hakikatte Ondan uzaklaşır.

İslam dünyasında üniversite denen “modern akademiler”in de kaynağı Oryantalizmdir. Üniversitelerimizde yapılan Siyer çalışmalarının çoğu, Oryantalizmden genişçe “istifade” ile birlikte onun aynı zamanda doğru bulunmayan yanlarını reddetme veya yok sayma tarzındadır.

Oryantalist, temel kaynaklara ulaşmakla birlikte daha sonra yazılmış ve onun bulandırma emellerine hizmet edecek ne kadar anlatım varsa o temel kaynakları o anlatımlarla bulandırır. Buna bir de kendisi gibi Oryantalistlerin ve bizzat kendisinin üretimlerini katar. Onun elinden çıkan çalışma hem öz hem biçim bakımından tamamen ifsat amaçlı bir esere dönüşür.

Akademisyenimiz onlara teslim olmamışsa dahi onu arındırma çabasıyla hareket eder; Siyer’in tertemiz Kevser havuzuna ulaşmak yerine, bu bulandırılmış izahını arındırma çabasına girer.

Bu noktada unutmamak gerekir ki çağın cahiliyesi, insanlığı bilgiden yoksun bırakarak değil, tertemiz bilginin önüne sahte bilgiyi ve yanlış izahatları koyarak aldatır, hak yoldan saptırır. 

Buradan varılan sonuç şudur: Oryantalist Siyer’i özünden uzaklaştırarak tercüme eder, izaha kalkışır. Yerli akademisyen ise Oryantalistin yazdığını alıp kendince arındırarak tercüme edip önümüze koyar. Böylece yerli bir akademisyeni okuduğumuzda bizimle Siyer’in arasındaki kapı açılmaz, aksine bizimle Siyer arasına bir engel daha girer.

İslam dünyasındaki modern akademilerin Siyer anlatımlarının Oryantalist Siyer anlatımları ile örtüşen bir yanı, Siyer ile Sünnet’in birbirinden ayrılmasıdır. Örtüşen diğer bir yanı ise Siyer’in salt bir bilgi düzeyine indirgenmesi, Siyer’in ruhunun anlatımın dışında tutulması, anlatılanlar Resûl-i Ekrem hakkındaki bilgiler olarak görünse de metinlerin Resûl-i Ekrem’in mübarek kokusunu taşımaması, okuyucuyu manen Onun huzuruna götürmekten uzak olmasıdır. 

O hâlde Oryantalistlerin yazdıkları çok sayıda sözde Siyer anlatımının alternatifi; İslam dünyasındaki modern akademilerin Siyer anlatımı diye önümüze koydukları ruhsuz “araştırma” metinleri değildir. Onlar, Siyer anlatımı değil, Oryantalistlerin Siyer araştırmalarının birer “akademik/bilgisel” eleştirisi gibidir.

Akademisyenin temel gayesi, çoğu zaman, Resûl-i Ekrem’in Sünnetini ihya etmek değildir, Resûl-i Ekrem ile ilgili bir araştırma üzerinden unvan kazanmaktır.

Ameller niyetlere göredir ve her metin, yazılış amacına hizmet eder. Pek çok akademisyenin Siyer anlatımları, onların akademide dr, doç, prof unvanlarını almalarını sağlar ama okuyucunun Sünnet-i Seniye’ye tabi olmasını sağlamaz.

Müslümanların ihya çabalarının, bölgesel bazı istisnalar dışında en geç Hicri 8. Yüzyılın ilk çeyreğinde son bulmasıyla Hadis ilmi ve Sünnet genel olarak okutuldu ama Siyer okutulmadı. Müslümanlar, özellikle Müslüman çocuklar Kur’an-ı Kerim’i öğrendiler, lâkin Siyer öğrenemediler.

Modern çalışmaların özelliği ise Siyer’i ön plana çıkarıyor görünürken Hadis ve Sünnet’i ihmal etmeleridir. Böylece ortaya yaşanmışlıktan ve örnek alma niyetinden uzak bir Siyer bilgi birikimi çıkar. Ki bu bilgi birikimi; amelsiz, çok bilmiş Müslüman tipinin yaygınlaşmasında çok etkilidir, İslam’ı bir tür ideolojileştirme gayretlerinin de bir sahasıdır.

Bu, bizim için kurtuluş yolu değildir.

Bugünün Müslümanı, Siyer’i Oryantalistler ve onların izahat ve eleştirilerinden oluşan yerel, kuru akademik çalışmalarından değil, Sünnet’e tabi hareket önderlerinden okumalıdır.

İslâmî mücadele içinde yeri olmayanların Siyer çalışmalarına itibar edilmemelidir. Bir kimsenin Siyer çalışmasını okumak için, onun yaşam öyküsü mutlaka öğrenilmelidir. Onunla Resûl-i Ekrem’in Sünneti arasındaki bağ sağlam ise ve onun İslâmî mücadelede yeri varsa anlatımına itibar edilmelidir.

İmkânı olanlar, son devrin mücadele önderlerince kaleme alınan Siyer anlatımlarını okuduktan sonra, bizzat temel kaynaklara ve İhya önderlerinin anlattıklarına da ulaşmalıdır.

Özellikle çocuklara okutulurken Siyer öğrenmekten gaye, çok sayıda kişi ve yer ismini öğrenmek olmamalıdır. Siyer’in Sünnet’le iç içe olan hayat yönü daima, diğer yönlerinin önünde tutulmalıdır.

Yine çocuk ve gençlerde Siyer’in tamamen öğrenildiği yönünde bir doyum oluşturan eserler de sorunludur. Siyer, ömür boyu okunan ve okundukça istifade edilen bir anlatımdır. Siyer anlatımı, bize bunu hissettirmelidir.

 

 

 

 

6. Halka İslam’ı Anlatmak Çok mu zor?

Ebü’l-Leys Semerkandî Hazretleri, Tenbihü’l-ğafilîn adlı eserinde iyiliği emredenin beş şeye gereksinimi vardır, der: 

Birincisi ilimdir, zira cahil için iyiliği emredip kötülükten alıkoymak şık olmaz.

İkincisi maksadı, sadece ilahi rızayı kazanmak ve İslam’ı yüceltmek olmalıdır.

Üçüncüsü iyiliği emrettiği kişiye karşı şefkatli olmasıdır. İyiliği tatlı dil ve yumuşaklıkla emretmesi, kalbe kasvet veren bir hâl içinde bulunmamasıdır.

Dördüncüsü sabırlı ve halim olmasıdır.

Beşincisi söylediği ile amel etmesidir, ta ki söyledikleri ile kınanmasın.

İslam davetçisinin topluma ulaşma sırrı, çağının mühim bir İslam vaizi olan Semerkandî Hazretleri’nin (ö. 373/983) ifade ettiği bu beş hususta saklıdır. Semerkandî Hazretleri bize manen şunları anlatır:

İLİMLE DONANACAKSIN!

İslam’a davet, her şeyden önce iyilik insanı olmaya ve iyiliğe yaymaya niyet etmektir, iyilik insanı olmak ve iyiliği yaymak için irade beyanıdır.

Bu niyeti getirenin öncelikle ilimle donanmış olması gerekir. İlimle donanmak âlim olmak anlamında değildir. Kişiye meramını anlatacak kadar lazım olan bilgidir. O bilgiden yoksun olan, kendini bilmez, kendini bilmeyen, başkasını bilmez, davet ettiğini tanımayan, davette maksadına ermez.

Bununla birlikte ilim, İslam davetçisiyle toplum arasında bir köprüdür; onu bir engele dönüştürmemek gerekir.

İlim engele dönüşür mü? Ne yazık ki dönüşür. İlmin engele dönüşmesinin birinci mertebesi, kişinin ilminin azlığını öne sürerek topluma hitap etme cesaretini kendisinde bulmamasıdır. Nice insan var ki bir ilim hazinesi gibidir. Lâkin ilminin farkında olmadığından kendisini eksik bulur ve topluma açılmaz. Onlar, farkında olmadan ilimleri için şükretmeyen kimselerdir. İlim, insanı iyiliğe götüren bir nur iken ilmi için şükretmeyenin ilmi, onunla iyilik arasında bir engel gibidir.

İlmin engele dönüşmesinin ikinci mertebesi, kişinin bilgiyi tertipsiz öğrenmiş olması ve tertipsiz aktarmasıdır. Bilgi aktarılırken yer, zaman ve kişiyi gözetmek gerekir. Bilgiyi tertipsiz aktarmak, bu üç unsuru göz ardı etmektir. Bilgisine şükretmeyen ilim cimrisi iken, bilgiyi tertipsiz aktaran ilim müsrifidir. Onun bilgisi, sadece boş akmaz, aynı zamanda gereksiz tepkiye yol açar, alıştırır ve usandırır. Kişileri hakkı dinler gibi yapıp dinlemez duruma getirecek kadar çok söz söylemek anlamında menfi “alıştırmak” İslam davetinin bu asırdaki felaketlerindendir.

Bu felaket, İslam davetçilerinden öte, İslam düşmanlarının eseridir. Nadir olan nadidedir, yani kıymetlidir. İslam daveti, hakkıyla icra mahiyetinde kaldığında bu asırda nadide bir hizmettir. Toplum, o nadide hizmetle karşılaştığında altın ve gümüş bulmuş gibi ona ilgi duyar. İslam düşmanları, bunu keşfettiler ve ekranları, olur olmaz sözde İslam vaizleriyle doldurdular. Gayeleri elbette hakkın yayılması değil, toplumun çok duyarak “alışması” ve bıkmasıdır. Bir tür hak adına laf kalabalığı oluşturarak hak namına bağıran pek çok kişi arasında davetçinin nezih sesinin kaybedilmesidir. Davetçi, bu kalabalık içinde sesinin kıymetinin farkında olacak, sözünü yerinde, zamanında ve öncelikle müstahak kişilere ulaştıracaktır.

İlmin engel olmasının üçüncü mertebesi, ilim ehlinin terimlerle (ıstılahlarla) konuşarak toplumun anlamayacağı bir dille konuşmasıdır. Cahil olan, sokak diliyle konuşarak sözünü kıymetini düşürür ve sözü ile toplumun arasına mesafe koyar. Terimlerle konuşan alim ise sözünü terimlerle süsleyip toplum düzeyinin fazlasıyla üstüne çıkarır, sözüyle toplum arasına mesafe koyar. Neticede derdini anlatmayı bilmeyen cahil ile  o söz konusu alim, Allah muhafaza aynı noktaya düşer. Türkçede terim denen ıstılah, alimle konuşmayı kolaylaştırır, toplumla konuşmayı zorlaştırır. Istılah izah gerektirir, ıstılahı doğru izah edenin toplumla konuşması bereketli olur.

İlmi topluma aktarma noktasında yol, sehl-i mümtenidir. Sehl-i mümteni, kolay ifade etmektir. Yunus Emre gibi mürşid şairlerin istifade etmekte doruğa çıktıkları bu sanat, her çağın İslam davetçisinin sanatıdır. Ki aslında bu sanat, bir Sünnet-i Nebevî, bir Sanat-ı Nebevî’dir. Davetçinin misali Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem’dir. Resûl-i Ekrem, en zor mevzuları, sözün saygınlığını kırmadan, en sıradan insanın anlayabileceği bir dille anlatmakta bütün insanlığın önderidir.

Araplar derler ki “كلم الناس على قدر عقولهم” yani “İnsanlara akılları ölçüsünce konuş!” Ancak başka bir sözde de “كلام الناس على قدر عقولهم” derler. Yani “İnsanların sözleri akılları ölçüsüncedir.”

Davetçinin yolu, tam olarak bu iki söz, nasihat arasında denge hâlidir: Davetçi bildiğini paylaşırken hem ilmi aktarır, ilmin özüne zarar vermez hem karşısındakinin düzeyini gözetir.

İlmin davete engel olmasının dördüncü mertebesi ise ilmin gurura yol açmasıdır. Davetçi, ilim ve şuurda toplumdan üst bir noktada olduğunu hissettirir lâkin ilmiyle topluma karşı böbürlenmez.

İlmin hürmetini kıracak kadar tevazu caiz değildir, ilimle toplumun arasını açacak kadar alimlik taslamak da öyledir. Aşırı tevazu, saygınlığı kırar. Toplum, saygınlığı olmayanın sözünü dinlemez, onu hafife alır. Kibir ise toplumun tepkisini çeker. Halk, kendisine tepeden bakan alime istihza ile bakar. Bütün uçlar neticede aynı hâsılata yol açar. Birbirin zıt iki uç, aşırı tevazu da kibir de sahibini alay edilecek konuma düşürür.

ENGELLERİ İHLASLA AŞACAKSIN!

İslam davetçisi için gerekli ikinci husus, ki birinci husus olarak da anılabilir, ihlastır, samimiyettir; yani gayenin sadece ilahi rıza için olmasıdır. İhlas, davranışı da şekillendirir. Samimi ve içten davranışlar; halkı davetçiye ısındırır. Samimiyet, aynı zamanda ciddiyet gerektirir. Başka bir ifadeyle samimiyetle ciddiyetin buluşması ihlastır, denebilir. Samimiyet, ciddiyet ile beraberse ölçülü bir tutum oluşturur. İhlas yok ise İslam daveti kuru propagandaya dönüşür. “İhlas gösterisi” ise İslam davetini başka dinlerini vaazlarına büründürür.

İhlasın bir karşıtı riyadır; gösteriştir. Gösteriş, aynı zamanda davet dilinin tumturaklı sözlerle süslenmesine yol açar ki o tür sözler arttıkça davetle toplumun arası açılır.

Davette riyanın en üst mertebesi ise  ihlas gösterisidir, yani ihlâs riyasıdır. Başka bir ifadeyle riyakârın, riyakâlıktta düzey atlayarak ihlaslı görünme riyasıdır. Riya, davetin etkisini kırar. İhlas riyası ise davetin etkili olma sırrını tamamen ortadan kaldırır.

Samimiyet, bugünün nadirleri arasındadır. Uluslararası küfrün “imaj”a verdiği önemle samimi görünme hâli ise kalpten kopuk bir resimdir, bir görüntüdür. Samimiyeti göz ardı edip imaj derdine düşmek, zamanın İslam davetçisi için büyük musibetler arasındadır. Çağımızda İslam vaizi, bir tür playback yapan sanatçıya dönüştürülmek istenmektedir hatta pek çok bağlamda o tür bir sanatçıya dönüştürülmüştür. Sevda veya acıyı hissederek söyleyen sanatkâr ile sözleri taklit eden sanatkâr arasındaki farkı dinleyici hissettiği gibi sevda ve acıyı taklit ederek konuşan vaizi de fark eder.

Toplumun hatipten birinci beklentisi, söylediklerine iman etmesi, ikinci beklentisi söylediklerini ödül veya ceza, maddi çıkar karşılığında çarpıtmamasıdır. Bunun için peygamberler, aleyhimüsselam, sıklıkla “Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak alemlerin rabbine aittir.” (Şuara 109) demişlerdir. Üçüncü beklentisi ise söylediği ile amel etmesidir. 

Davetçi, ihlaslıdır ve ihlasını duyurur. Halka Allah için hitap eder ve gerekli durumlarda bunu ifade eder. Aksi hâlde gayreti ceza veya ödül bir çıkar için zannedilir ki o zan etkili olmaya düşman olduğu için İslam düşmanları, toplumun zihninde davetçinin ihlasıyla ilgili sürekli evhamlar oluştururlar. Davetçi, o evhamları gidermek için ölçülü bir çaba içinde olmalıdır.

Samimiyet ile ilgili diğer bir husus ise, davetçinin toplumla yakınlaşma adına ciddiyeti kaçırmasıdır. Davetçi vakarlı insandır; ciddiyeti imha eden tutumlar, vakara zarar verir.

ÖNCE TEBŞİR SONRA TENZİRDE BULUNACAKSIN!

Davet için gerekli üçüncü husus, davetçinin halka karşı şefkatli olmasıdır. Halka karşı şefkatli olmanın doruğu ise halkın cehenneme gidecek olmasından derin bir üzüntü hissetmek, onu hatırladıkça acı çekmektir. Davetçi, günahtan nefret eder lâkin günahkâra karşı kin ve nefret duyguları ile dolu olmaz, günahkâra acır ve onu kurtarmaya çalışır. Davette şefkat, aynı zamanda dilin yumuşaklığına vesile olur. Buradaki yumuşaklık tebşir ve tenzir dengesinin eseridir. Bununla birlikte önce tebşir, sonra tenzir… Önce iyiliği tarif, sonra kötülükten nehiy… Buradaki sıralamanın değişmesi mutlaka bir hikmete binaen olmalıdır.

Mü’min İslam’ın şiarlarından Bismillah’ta Allahu Teâlâ’nın adını andıktan hemen sonra onun Rahman ve Rahim sıfatlarını anar, yani merhametini hatırlar. Bu, mü’minin hayata dair bütün bakışını etkiler. Mü’min, vakalara öncelikle müspet bakar. Vakaların rahmet yanını anlatır. Etkili olmaması durumunda ölçüler içinde tenzirde bulunur.  Ancak İslam daveti, özü itibari ile ınkilabîdir. Mü’min davette bulunurken tağutu tariften ve ona karşı tutumun izahtan sakınamaz. Hikmete binaen, İbrahimî bir tutumla davetine doğrudan tağutu ret ile de başlayabilir. Ama şirk, putlar ve tağutla ilgili her tür anlatım nihayetinde davetçiyi hakkı anlatmaya götürmelidir. Putları kırmaktan gaye, Allah’a götürmektir. Esas olan hakkın izahıdır; davette sabit olan haktır. Gerisi teferruattır, hakkı götürmek için sadece bir geçiştir.

Günümüzün bir musibeti de İslam vaazlarında batılı anlatmaya ayrılan sürenin hakkı anlatma süresini geçmesidir. Bu durum, kimi zaman vaizleri, farkında olmadan batılın bir reklamcısı konumuna dahi düşürmektedir. Aynı zamanda toplumun İslam’ın özünü öğrenmesinin de önüne geçmektedir. Neticede toplum hakkı kavramadığından bir kötülükten sakınır gibi olurken başka bir kötülüğe yönelmekte, bir tağutu reddederken diğer bir tağuta meyletmektedir.

BASKIYA UĞRAMAKTAN VE KINANMAKTAN KORKMAYACAKSIN!

Davetçi için gerekli dördüncü husus, sabır ve hilm’dir. İslam davetçisi, tağutun düşmanı olduğu gibi harama yönelen nefsanî arzuların da düşmanıdır. Tağutlar, diğer beşerlere karşı elde ettikleri ayrıcalıkları bırakmak istemez, nefis de arzularını icra talebinde haristir, arzulardan caymak istemez. Bu sebeple, tağut, davetçiyi ceza ve ödüllerle davetten vazgeçirmeye çalıştığı gibi nefsani arzularına tabi olanlar da onu bıktırmaya çalışırlar.

Tağutun ödülü çoğu zaman, cezasından daha etkili bir silahtır. Davetçi, tağutun ceza ve ödüllerine sebat ettiği gibi hem kendi arzularına hem zevkperestlerin hücumlarına direnecektir. Bu kapsamda günümüzde İslam daveti de iki yönlüdür; bir yanı batıl düşünceler, diğer yanı zevkperizmle mücadeledir. Batıl düşüncelere karşı ihlâsla söylenen hak söz, hiç kuşkusuz imha gücüne sahiptir. Hak, yerine göre en sert şekilde ifade edilebilir. Lâkin zevkperest ile mücadele hakikaten hilm gerektirir. İhlâs, şefkat ve hilm; bir araya gelince ise zevkperestin en büyük silahı alay etmek ve kınamaktır; o da sabır gerektirir. Davetçi, peygamberlerin yolu üzerinde yürür, kınanmaktan, alaya alınmaktan korkmaz ve bunu hem diliyle beyan eder hem hâliyle ispatlar.

SÖZÜNÜN DOĞRULUĞUNA ŞAHİDİN AMELİNDİR!

İslam davetçisi için gerekli beşinci husus, söyledikleriyle amel etmesidir. Topluma tesir etmek, ihlâs talep eder. Kişinin söyledikleri ile amel etmesi ise ihlâsın ispatıdır. İslam davetçisinin doğru yolda olduğunun büyük şahidi amelidir. Hiçbir şahitlik, amel kadar sözün tesirinde etkili değildir.

Bunun için günümüzün uluslararası küfrü, İslam davetini ücretlendirmelerle kontrol altına alırken en çok, ameli salih olmayan kişilerden yararlanır. Ameli salih olmayan kişileri kürsü ve ekranlara çıkararak vaaz talep eden toplumu onlara yönlendirir. Toplum onlara ulaşınca hakka ulaştığını zanneder. Oysa topluma ile İslam davetini özü arasına, şeytani bir ustalıkla, samimiyetsizlik duvarı örülmüştür.

Toplum, samimiyetsiz vaizleri dinlerken bilgilenir ama ihya olmaz. Hem bilgiye alışıp ondan usanır hem söz ile kalbi arasına samimiyetsizlik girdiğinden kalbi ihya olmaz. Bu vaziyet, samimi İslam davetçisini de engeller. Zira o, topluma ulaştığında toplum, bilgiye doymuştur ama sadece doymamış aynı zamanda bilgiyi verenlerin samimiyetinden de kuşkulanır olmuştur.

Bu anlamda bugün ekranlara çıkarılma fırsatı, çoğu zaman toplumla İslam daveti arasına duvar koyma maksatlıdır. O duvarı aşmanın etkili yolu ise İslam’ı, her tür kompleksten uzak olarak bütün yanları ile yaşamaktır. Samimiyeti amel ile ispatlamaktır. Öyle olunca toplum farkı görür ve İslam davetçisini dinler, dinleyince de etkilenir.

Samimiyet öyle etkili bir lisandır ki lafızlar anlaşılmazsa dahi muhataba tesir eder.

Japonya’ya kadar gidip İslam’a davette bulunan pek yaşlı ve şu an merhum bir zata sormuştum. “Bilmediğiniz bir diyarda, lisanlarını bilmediğiniz insanlara İslam’ı anlatmak zor değil mi?”, şahadet parmağını kaldırarak “Allah bir demek çok kolay!” diye cevap vermişti. Allah rahmet eylesin. “İnanıyorlar mı?” diye sorduğumda “Çooook!” demişti.

Hakikaten ciddiyetle yoğrulmuş, vakarla şekil bulmuş samimiyet, insanlığın ortak dili gibidir. Davetçi o ortak dili yakaladığında kendisini anlamayanı da irşad edebilir.

 

7. Hz. Resûl-i Ekrem ve Toplumun Eğitilmesi

“Resûl, kendisine Rabbinden indirilene iman etti ve mü’minler de iman ettiler…” (Bakara, 285-286)

Hz. Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem’in toplumla ilişkisi iki ana safhada tetkik edilebilir: Mekke’de müşrik bir toplumun İslam’a tebliği ve Medine’de Müslüman bir toplumun irşadı.

Bu iki safha birbirinden ayrı gibi görünse de Hz. Resûl-i Ekrem’in insanı hakka yöneltmesinde takip ettiği yöntemler bağlamında aynı noktada buluşur.

MEKKE’DE MÜŞRİKLERİ İSLAM’A DAVET

Mekke insanı, materyalistleşmiş, yani maddeye tapar hâle gelmişti. Maddeye tapmak; salt putlara tapmak değildir, kişilerin maddi varlıklarına göre konumlandırılmaları ve kişilerin her şeyi maddi bir çıkar için yapmalarıdır.

Hz. Resûl-i Ekrem, toplumu madde taparlıktan hakka yöneltmenin mücadelesini vermiştir. O, toplumu yüce Allah’ın emrettiği bir mana toplumuna dönüştürme yönünde uğraşmıştır.

Mana; davranış söz konusu olduğunda fedakârlıktır. Fedakârlık, kişilerin dünyalık bir çıkar beklemeden başkaları için can ve mallarından vermeleridir. Maddeye tapışın olduğu yerde fedakârlık yoktur. Kişiler, her eylemi, ekonomik, cinsi tatmin veya makam gibi tatminler için gerçekleştirirler. Ama bazıları fedakârlık söyleminde bulunur, onun üzerinden profesyonel bir ikiyüzlülük geliştirerek çıkar sağlamaya çalışırlar. Böylece ikiyüzlülük (riya, gösteriş) de toplumun yaygın bir hâline dönüşür.

Böyle bir toplumda sadaka vermek, zaman zaman doğrunun yanında görünmek gibi hâllere tanıklık edilir. Ancak bu hâller,

1. Sistematik değildir, yani kurumsal/sürekli olmaktan uzaktır.

2. İstisnadır.

3. Özü itibariyle varlık sahibinin sadaka vermesi fedakârlık değildir, belki bugünkü ifadelerle sosyal bir sorumluluk gösterisidir.

Zira fedakârlık, kişinin kendinden kısıp kendine dokunacak bir verişte bulunmasıdır. Örneğin, kişinin bir inanç uğruna canını vermesi ya da yoksullaşacağını bile bile elindekini muhtaç insanlara vermesidir.

Örneğin, Mekke koşullarında Hz. Hz. Resûl-i Ekrem’in ticaretini bırakıp kendisini davasına adaması, varsıllıktan yoksulluğa davasına uğruna gönüllü olarak geçmesi; Hz. Yasir ve Sümeyye’nin Allah onlardan ve cümle Ashabdan razı olsun, ölümü göze alarak imanlarını ikrar etmeleri, fedakârlıktır.

Mekke’de Hz. Resûl-i Ekrem’den önce bu anlamda fedakârlık, Hanifler bağlamında dahi ölmüştü. Hanifler, yaşananları görüyorlardı ama toplumla karşı karşıya gelmemek için inandıklarını topluma anlatmıyor, ana toplumsal yapı içinde kendilerine yönelik bir tepkiye yol açmayacak söz ve davranışlarda bulunmakla yetiniyorlardı. Dolayısıyla Haniflik adına kimin iman edip etmediği de tamamen onların başkalarına dokunmayan bireysel ibadetleriyle kalıyordu. Bu da nefisten yana bir fedakârlık olsa da toplumla ilişkiler bağlamında fedakârlık değildir.

Rabbimiz Allah celle celâlühü’nün “Resûl, kendisine Rabbinden indirilene iman etti ve mü’minler de iman ettiler…” (Bakara, 285-286) ayet-i kerimesindeki tanıklığıyla Hz. Resûl-i Ekrem,

1. Yakinî bir imanla iman etmişti.

2. Bu yakinî imanı amel ile ilan; Hanif ehlinde olduğu gibi salt nefsinden yana bazı kısıtlamalara gitmek ve bazı ibadetleri yapmakla sınırlı değildir.

Hz. Resûl-i Ekrem, “Ey örtüsüne bürünmüş peygamber, kalk insanları uyar. Rabbini yücelt. Elbiseni temizle” (Müdessir 1-4) yüce fermanına mazhar olunca onun bireysel hâli, toplumla iletişimle bütünleşmiştir.

Hz. Resûl-i Ekrem, o andan sonra,

1. Kendisinin kesin bir imanla iman ettiğini ifade etmiş.

2. İmanında ihlas sahibi olduğunu toplumsal ilişkilere yönelik ameliyle ilan etmiştir.

Bu toplumsal ilişkilerin bir yanı, canını davası söz konusu olduğunda tehlikeye atmaktan sakınmamasıdır; diğer yanı ticaretini heba etmesidir. Her ikisinin toplamıyla ilişkili olarak ise yakın veya uzaktaki bir maddi/dünyevi materyalde gözünün olmadığını ortaya koymasıdır.

Eğitim; kişilerde davranış değişikliği meydana getirmektir. Hz. Resûl-i Ekrem’in Mekke toplumunda davranış değişikliğine yönelik devrimi kendisini ilgilendiren tarafı itibariyle bundan ibarettir.

Hz. Resûl-i Ekrem, bütün Mekke’ye ve civarına materyale/maddeye tapmayan; yani materyal/madde söz konusu olmadan da harekete geçebilen bir önder ve topluluğun var olabileceğini ameliyle ilan etmiş, ortaya koymuştur.

Her toplum, imtihanını kendi gerçekliği içinde yapar. Mekke de Hz. Resûl-i Ekrem’i sürekli madde/materyal noktasında imtihan etmiştir. Bir yandan O’nu ve Ashabını ölümle tehdit ederken öte yandan kendisine materyalin üç birleşeni çok mal-sınırsız cinsellik ve yüksek makamlar teklif etmiştir.

Buna karşılık Hz. Resûl-i Ekrem, davasından vazgeçmeyeceğini kendi kelâmıyla en kararlı bir şekilde ifade etmiş, öte yandan kendisinden önceki Resûllerin dili üzerinden de “'Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir.' (Şuara 109) mealindeki ayet-i kerimelerle onlara cevap vermiştir. Herhâlde Mekke sürecinde en çok tekrarlanan ayet-i kerimeler bu mealdeki ayet-i kerimelerle kınama ile ilgili ayet-i kerimelerdir.

Zira materyalist toplumların manevi yaptırımı kamuoyu baskısıdır. Bunun da en önemli aracı kınamadır.

Hz. Resûl-i Ekrem’i materyal ile ikna edemeyen Mekke toplumu, materyalizmin manevi baskısını, yani kamuoyu baskısını de devreye sokmuş, onun üzerinden Onu vazgeçirmeye çalışmıştır. Buna karşılık Hz. Resûl-i Ekrem, vakarla dururken sıklıkla kendisinden önceki Resûllerin kavimleri karşısında ifade ettikleri gibi kınamadan korkmadığını ifade etmiş ve ameliyle de ispatlamıştır. Hz. Resûl-i Ekrem, ilahi kelam üzerinden kararlılıkla toplumun kınamasına karşılık yüce Allah tarafından kınanmayı öne çıkarmış, böyle bir kınanmanın, asıl kınanma olduğunu ifade etmiştir.

Hz. Resûl-i Ekrem’den önce iktidar olmak; daha önceki peygamberlerin yolu bir yana, bir kişinin hanedanı için iktidar talep etmesi ve böyle bir iktidar için menfaat gruplarını etrafında toplayıp o ortaklarla birlikte oluşturduğu asabiye ile tahta oturması şeklinde gerçekleşiyordu.

Hz. Resûl-i Ekrem ise kendisi için hiçbir şey talep etmeden hakka yöneliş üzerinden iktidar yoluna çağırmış; topluma sadece hakkı talep ettiğini ve onları da hakka yönelteceğini temin etmiştir. Hz. Resûl-i Ekrem’in daveti dünyevi anlamda bundan ibarettir. Kişiler, dünya zemininde son mükâfatı ahirette elde etmek üzere hakka yönelecekler, hakkı hakim kılacaklar, hak için kendilerinden, toplumsal konum ve varlıklarından vazgeçeceklerdir.

Hz. Resûl-i Ekrem, on üç yıl boyunca Kelime-i Tevhid’i kabul üzerinden davasını anlatırken bu hakka inanma, hakkın yanında yer alma, hak için kendinden vazgeçme çizgisinden milim taviz vermemiştir. O bu kararlı hâliyle, devrin insanına, insanlığın önderi olduğunu ispatlamış, inandırmış, bunun üzerinden onlarda davranış değişikliği hasıl edip onları şirkten tevhide getirmiştir.

MEDİNE’DE MÜSLÜMAN TOPLUMU İRŞAD

Hz. Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem, ne Mekke’de Müslüman bireyi ne Medine’de Müslüman toplumu kendi hâline bırakmıştır.

Medine’de ayakları şişinceye kadar nafile namaz kıldığı gibi nasıl olur da bu kadar ayakta durur deninceye kadar Mescid-i Nebevî de ve diğer mekânlarda vaaz ve nasihatte bulunurdu.

Anlatmak… Anlatmak… Anlatmak… Hz. Hz. Resûl-i Ekrem’in Mekke’de olduğu gibi Medine’de de en önemli irşad aracıdır. Ancak Hz. Resûl-i Ekrem, aynı zamanda artık bir devlet başkanıydı ve Onun toplumla ilişkiler nezdinde iki imtihan noktası vardı:

1. Adaleti gözetecek miydi?

2. Devrin maddeye esir olmuş devlet başkanlarına benzeyecek miydi?

Toplum, ifade etsin veya etmesin Hz. Resûl-i Ekrem’in sadakat, ihlas ve fedakârlığına buradan bakacaktır.

Hz. Resûl-i Ekrem, adaletten asla şaşmadı, kızı Hz. Fatıma radiyallahü anha’nın dahi hukukun dışına çıkma hakkını olmadığını temin etti, toplumun en zayıf bireylerinin dahi hak ve hukukunu gözetti. 

Bununla beraber Mekke’de iken yüz vermediği dünyaya Medine’de yönelmedi. Dünyevi bir makamı haşa hevası için kullanmadı, ahiretteki makamı, makam-ı mahmud için imkân bildi. Dünyaya ahiret giden bir basamak gözüyle baktı ve öyle yaşadı.

Hz. Resûl-i Ekrem’in geçmişiyle (Mekke’deki hâli) ile ahir hali (Medine’deki hâli) arasındaki tutarlılık, itikat esasları arasındaki tutarlılık, sözüyle ile ameli arasındaki tutarlılık toplumla ilişkilerindeki ana irşat aracıdır.

Hz. Resûl-i Ekrem, sade bir hayat yaşamış, gece yarıları tehecüdde bulunmuş, sıcak günlerde oruç tutmuş, Tebuk boylarına çöllerde seferde bulunmuştur.

Hz. Resûl-i Ekrem, yüce bir ahlak üzere bulunmuş, bütün insani ilişkilerinde kusursuz bir önder olmuştur. Toplum da Onun yüce önderliğine tabi olmuştur.

HZ. RESÛL-İ EKREM’İN DAVET VE İRŞADINDA ORTAK YÖNLER

Hz. Resûl-i Ekrem’in davetinin ilk gününden ahirete irtihal ettiği güne kadar onun toplum ve bireylerle ilişkilerine hâkim olan bazı ortak noktalar vardır. Bunlar esasa intikal eden ve asla değişmeyen noktalardır.

1. İmanındaki samimiyeti en güçlü dille ikrar, başka bir ifadeyle söylediklerine iman ettiğini bütün hâlleriyle ispat.

2. Ameliyle ilan, yani söyledikleriyle amel ederek ideal bir örnek olarak davasını duyurmak ve davası için yaşam kanalı açmak. (Zira davalar ancak, örnek insanlar üzerinden toplum içinde bir yaşam kanalı bulur ve o yaşam kanalı genişledikçe dava topluma hakim olur.)

3. Hakkı ikrardan ve hakkı tekrardan asla vazgeçmemek ve usanmamak, (Bu noktada hakkın ikrarı kadar tekrarı da önem arz etmektedir.)

4. Davet ettiklerinin gündeminden başlasa da onları davanın gündemine çekmek, başka bir ifadeyle güncelden, değişken olandan hakka davet için istifade etmek, değişkeni sabit olan için değerlendirmek.

5. Öfkelenmemek, soğukkanlılığını asla kaybetmemek, (Bu Hz. Resûl-i Ekrem’in daveti boyunca en mühim esaslardan biridir. Hz. Resûl-i Ekrem, ne cahiliyenin babası şehirli, sözde hikmet ehli Ebû Cehil’e bağırıp çağırmış ne Mescid-i Nebevî’de bevleden bedevi cahile, ne ezanla alay eden çılgın delikanlılara…)

6. İknâyı esas almak. (Öfke ile ikna arasında ise bir ters orantı vardır. Öfke, çoğaldıkça dava sahibi iknadan zora yönelir ve zora yöneldikçe gücün söz konusu olduğu yerde iknanın yerini sahte bir teslimiyet alır.)

7. Sözünü mutlaka hikmetle ifade etmek, her ne söylüyorsa neden söylediğini beyan etmek.

8. Özünde hep devrimci, keskin, açık (mübin) bir davayı ifade ederken tatbikatta maslahatı, dolayısıyla ıslahatı gözetmek.

9. Her tür aksi duruma karşı sabretmek.

10. Doğruyu sürdürmede kararlı olmak.

11. İfade ettiklerini takip edip yanlış anlamaları ilahi kelam veya kendi kelamı üzerinden gidermek.

12. Davasının dosdoğru yayılması kadar dosdoğru kalması ve yaşanmasına da önem vermek.

Neticede, Hz. Resûl-i Ekrem, kendisine yüce Allah tarafından vahyedilmiş bir maarif sistemi vardır. Hz. Resûl-i Ekrem, o sistemiyle hakkıyla uygulamıştır. O sistem, özü itibariyle çağlar üstüdür. Bugün de takip edilecek yegane sistem odur.

 

8. Hakiki Eğitim, İslâm’a Götüren Güneştir

 

“… Rahman’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir düzensizlik görüyor musun?

 

Sonra (düzensizlik aramak için) tekrar tekrar bak; bakışların âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir.” (Mülk Sûresi 4-5)

 

İslam, ilâhi bir nizamdır; Allah celle celâlühü’nün her eseri gibi, mükemmel bir bütündür. Kâinatta nasıl ki tutarsızlık bulmak mümkün değilse İslam’da da çelişkiler bulmak mümkün değildir. Kainattaki her şey nasıl ki bütünün bir parçası ve bütünün kendi işlevini yerine getirmesinde bir vazifeye sahipse İslam’da da her unsur, bütünün bir parçasıdır ve bütünün kendi büyük işlevini yerine getirmesinde bir vazifeye sahiptir.

 

İslâmî eğitim, İslam’ın işlevini yerine getirmesinde merkezî bir unsurdur, yol göstermekte, vahyedileni öğrenmeyi de içine aldığından adeta Güneş gibidir.

 

Nasıl ki Güneş söndüğünde dünya hem karanlığa bürünür hem nebat vermemeye başlar, var olan gıdalar da çürür, insanlar açlıktan ölür. İslâmî eğitim de kaybolup gittiğinde Müslümanlar karanlıkta kalır, önünü göremez, İslâmî bilgiler unutulur, eserler çürür ve Müslümanlar yeryüzünden silinip gider.

 

Dolayısıyla nasıl ki yeryüzünde hayatın idamesi Güneşin varlığına bağlı ise İslâmî bir hayatın devamı da İslâmî bir eğitimin devamına bağlıdır.

 

Nasıl ki bir bitkinin sağlıklı büyümesi güneş ışığını almasını gerektiriyorsa bir Müslüman evladının iyi gelişmesi de iyi bir İslâmî eğitim almasına bağlıdır.

 

O evladın toprağı, temiz bir ortam; suyu zikir; havası edeptir. Bu unsurlar tamamlandığında ortaya insan-ı kâmil çıkar inşaallah.

 

MESCİD-İ NEBEVÎ’DEN KALAN BİR SÜNNET

 

İslâmî eğitimin icrası, hiç kuşkusuz mekân ister.

 

Mekân bağlamında İslâmî eğitimin merkezi ise mesciddir/camidir. Zaman içinde hangi kurumlar gelişirse gelişsin cami, İslâmî eğitimde yer sahibi olmaya devam etmiştir.

 

İslâmî eğitimin mebdei, yani başlangıç noktası, vahyin gelmeye başladığı zamandır. O noktada Hz. Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem’in eğitim mekânı önce evidir, sonra Kaʿbetü’llâh’tır. Kaʿbe’de eğitim mümkün olmayınca beşerden gelen hiçbir engeli aşılmaz görmeyen Hz. Resûl-i Ekrem, kırları ve Dârü’l-Erkâm’ı eğitim mekânı olarak kullanmıştır. Mekke günlerinde Dârü’l-Erkâm’ın yanında Müslümanların evleri de birer eğitim mekânıdır.

 

Hicret zorunluğu oluşup Medine-i Münevvere’ye geçildiğinde İslâmî eğitimin merkezi hiç kuşkusuz Mescid-i Nebevî’dir. Hicrî Takvimde esas alındığı üzere İslam’ın iktidar çağı Medine günleri ile başlar. İşte o günler ile birlikte camiden aynı zamanda bir eğitim kurumu olarak istifade etmek, Hz. Resûl-i Ekrem’in Müslümanlarca hiçbir zaman yok sayılmayan bir sünneti olarak var olmuştur.

 

İnsanın yaradılış gayesi Allah’a kulluktur: “Ben cinleri ve insanları, başka değil, sırf bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyât 56)

 

Kulluğun özü ibadettir. İslâm’ın bütün emirleri ibadet çerçevesindedir. “İlim edinmek” anlamında eğitim; kişiyi kulluğa, ibadetin gaye ve mahiyetine götüren ışıktır.

 

O hâlde eğitimin yolunun camiden geçmesi gerekir, diyeceğiz. Öyle değil. Bu; ibadeti teferruat ve hayatın bir süsü, bir eki gibi tasavvur eden çağdaş/seküler bir yaklaşımdır. İslam’da cami, eğitimin yolunun geçtiği yer değil, eğitimin çekirdek mekânıdır. Bu mahiyette ona en yakın mekân ailedir.

 

Müslüman bir toplumun eğitiminde bu iki mekânın eğitim için kullanılması, Hz. Resûl-i Ekrem’in mütevâtir bir sünneti olarak kesinlikle vazgeçilmezdir. Onun insanları eğitim yolculuğunda, ev ile cami arasında mutlak bir bağ vardır. İslam’da kişinin hayatı ailede başlar, oradan camiye geçer, sonra kişi dünya ve cami bütünlüğü içinde yaşar, nihayetinde ceset olarak son yolculuğunda yine camiye veya aynı bağlamda namazgaha getirilir.

 

Müslüman, camiyi hiçbir zaman salt, namaz kılma yeri olarak görmez. Cami, hep aynı zamanda İslam’ın öğrenildiği mekândır ve İslam’dan öğrenilenin tatbik edildiği mekândır. O mekâna eklenen eğitim mekânları, asla caminin alternatifi değildir. Hepsi, kulluk vazifesini yerine getirmeye dönük yapılar olarak caminin işlevine hizmet eden kurumlardır.

 

Henüz Resûl-i Ekrem, zamanında Ashabdan bazılarının ev ve hurma bahçeleri, “mekteb” tarzında çocuklar için okuma yazma öğrenme mekânı olarak kullanılmıştır. Ancak onlar da çocuğu camiye hazırlayan mekânlar olarak görülmüştür. Çocuk, oralarda iken camiden alıkonmamış, oralarda camiye hazır hâle gelince de tamamen cami cemaatine katılmıştır.

 

MEDRESELERİN VARLIK BULMASI 

 

“Medrese”, bilindiği üzere “ders görülen yer” anlamında bir ism-i mekândır.

 

Hülefa-i Râşidin devrinde ve Emevî günlerinde herhangi bir alim, sırtını caminin sütunlarından birine dayayarak dersini verir ve onun etrafında bir tür cami içi “medrese” başlar.

 

-Talebenin dersi, alimden dinlemesi (semaʿ),

 

-Talebenin öğrendiğini alim ile müzakere etmesi(mütalaʿa),

 

-Alimin anlattıklarının talebeler tarafından telif edilmesi (imlâ),

 

-Talebenin aldığı notları teyit etmek için alime okuması (arz)

 

gibi ilimle ilgili bütün işlemler genellikle camide yapılırdı.

 

Aynı devirde zikir ehli topluluklar da camilerde zikir meclisleri oluşturmaya başladılar.

 

Müslümanların sayısı arttıkça ve ilim-zikir ehli topluluklar teşekkül ettikçe cami bu yükü taşıyamamaya başladı. İlim ve zikir ehli, kendisi için cami dışında ama yolunun hep camiye uzandığı mekânlar edindi.

 

Öte yandan İslam’ın ilk günlerinden itibaren Dârü’l-İslâm hudutlarında murabıtların mekânları olarak ribatlar inşa edildi. Murabıt, hudutlarda cihad için hazır askerdir. Ribat da o askerlerin kaldıkları sınır karakollarıdır.

 

Henüz ilk günlerde murabıtlar, İslam’ın emirlerinin bir bütün olmasıyla alakalı olarak cihad dışında kalan vakitlerini ribatlarda ilim ve zikir ile geçirirlerdi.

 

Abbâsî günlerinde ribatların bulunduğu yerler Dârü’l-İslam içinde kalınca ribatlar kapatılmak yerine ilim ve zikir meclisleri için kullanılmaya başlandı.

 

Böylece İslâm aleminde Arapça “medrese” denen ders mekânları ve Farsçada ribatın karşılığı olarak “hankâh” denen zaviyeler ortaya çıktı. Her iki mekân da caminin alternatifi olmadı, toplumu cami ile buluşturan, talebesini camiden alan ve camiye götüren birer mekân olarak varlık buldu.

 

Zikir meclisinin gayesi nasıl ki kalpte kulluğa dair bir marifet meydana getirmek ise medresenin ister bizzat ilk devirde olduğu gibi cami içinde olsun veya sonra olduğu gibi cami dışında olsun gayesi kulluğun icra edileceği evrene ışık tutmaktır.

 

Her iki kurum da dayanışma içinde, nurdan ışıkla, kulu nardan korumayı amaçlar. Kulun nardan korunması, Allah’a kulluk etmesiyle mümkündür. Her iki kurum da kulun kulluk vazifesini hakkıyla icra etmesini sağlar. Dolayısıyla onu camiye götürür.

 

Dikkat edilirse İslam medeniyetinin kurumları, “cami etrafında” bir bütündür. Mescidin yerine kullanılan cami, “camiʿ”dir, yani toplayıcı, bir araya getiricidir. İslâmî eğitim, Medine günlerinden itibaren camiden yayıldı ve kişileri hep camiye toplar, muvahidlerin halkası böylece tamamlanır.

 

İslâmî olmayan eğitimin özü ise kişileri kulluktan uzaklaştırması, onlara ahiret hayatını unutturmasıdır. İslâmî eğitim, kişinin camiye alışmasını temel kazanımı olarak görür. İslâmî olmayan eğitim ise kişiyi camiden uzaklaştırmayı kazanım sayar.

 

İslam medeniyetine ait olmayan ancak Müslümanlar tarafından ıslah edilerek alınan diğer eğitimler de camiyi merkeze almaz, sadece talebenin yolunun camiden de geçmesini bir kazanım olarak düşünür. Dolayısıyla ıslah edilmiş bu yabancı eğitim, camiyi sadece bir ziyaretgâh gibi tasavvur eder. Camiyi dışarıda görür, camiye uğramayı esas değil, sadece fazilet görür. Camiyi dünyayı aydınlatacak bir ışık merkezi olarak anlamaz; aksine dışarıdaki eğitimi camiyi aydınlatacak faaliyet olarak görür.

 

Islah edilmiş, “yabancı eğitim”, bu yönüyle İslâmî eğitimden tamamen ayrışır.

 

Bugün dünya Müslümanlarının büyük meselelerinden biri de caminin ve camiden doğan medrese güneşinin görülmemesidir. O güneş, sönmeye başladığı gün, İslam ümmeti sönmeye başladı.

 

Camiden doğan ve cami merkezli eğitimin yerine camiye karşı veya camiyi yok sayan eğitimin icrasıyla sönen güneşimizin yerini bizim nur zannettiğimiz oysa nar olan sahte ışıklar almaya başladı. Müslümanlar, nura yaklaşma niyetiyle ona yaklaştıkça yandılar, evlatlarını ateşe attılar.

 

Eğitimi ıslah yönündeki çabalar ve kurumlarla o nar, nura dönüştürülmek istendi. Lâkin özü necis olanın tathiri mümkün olmuyor. Bugün hâlâ pek çok sıkıntımız, aslında sözde ıslah edilmiş kurumlardan kaynaklanıyor.

 

İslam aleminin felahı, hiç kuşkusuz, güneşini yeniden bulmasıyla, yani kendi eğitim kurumlarını yeniden inşa etmesiyle mümkündür.

 

Ancak fert ve topluluk olarak bizim o günü sadece düşler kurarak beklememiz caiz değildir. Her birimiz o güneşin oluşması için cehd içinde olmakla mükellefiz. Bunun için çocuklarımızı aile içinde camiye hazırlarken onları camideki tedrisatla tanıştırmak ve mümkün olduğu kadar camiye götüren tedrisat içinde tutmak durumundayız.

 

Bu yönde yaptıklarımızın müteşekkil bir yapı içinde buluşması fazilet ve berekete vesile olacak ve yeryüzünde kaybedilmek istenen İslam medeniyetinin yeniden zuhur etmesine vesile olacaktır.

 

O zaman, kâinat misali, gözlerin baktıkça mükemmeliyetine tanıklık ettikleri İslam’ın bütün sorunlarımızı çözdüğünü ve bize dünya ve ahiret saadeti getirdiğini göreceğiz inşaallah…

 

 

 

9. Modern Tatil ya da Müslümanın Tatili

İslamiyet’ten önce Arabistan Yarımadası’nda Mekke ve Medine’nin tüccarları değil ama Bedevi kesimler, zaman ve mekânı gelişigüzel kullanırlardı.

İslam, Medine’de bu gelişigüzelliği nihayete erdirdi. Mekânı ve zamanı kullanmakla ilgili kıstaslar getirdi.

Zaman, Kur’an-ı Kerim’in kılavuzluğunda dilimlendi, her dilim için bir “mü’min programı” kondu. İslam’a inananlar için zaman, çizgisiz bir beyaz perde, bir okyanus ortası boşluğu ya da bir kum çölü değildir. Ne büsbütün bütünleşik ne sınırsız ne bitmez tükenmez bir sahadır mü’minin zamanı.

Ünlü şair Ahmet Haşim, “Müslümanın Saati” başlıklı yazısında Müslümanların zamanla ilişkisini edebî bir dille ifade eder. Ondan birkaç cümleyi sadeleştirilmiş hâliyle aktarmakla yetinelim:

“İstilâların en gizlisi ve en tesirlisi, yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. Saatten kastımız, zamanı ölçen âlet değil fakat bizzat zamandır.”

“Eskiden kendimize göre bir hayatımız ve bu hayat tarzımıza göre de saatlerimiz ve günlerimiz vardı. Müslüman gününün başlangıcını, şafağın parıltıları ve sonunu akşamın ışıkları tayin ederdi.”

“Fecir saati, Müslüman için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü; kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir.”

“Şimdi heyhat, eski saatle beraber akşam da fecir de bitti. Birçoklarımız için fecir, artık gecedir… Artık geç uyanıyoruz…

Şimdi Müslüman evindeki saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor. Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz.”

Ünlü şairin kesip kırparak aldığımız yazısı, veciz ve sanatsal bir dille, Müslümanların zamanı nasıl bildiğini ve nasıl kullandığını anlatır. 

Hakikaten İslam ve zaman, hep birlikte anılması gereken iki kavramdır. Zamanın çizgilerini sildiğinizde İslam’ı yaşamanız mümkün değildir.

 

 

MÜ’MİNİN İŞLERİ

Mü’min, “Medenî” bir disiplin içinde işlerini kişi, zaman, mekân bağlamında organize edebilen bir insandır. İnanmış bir şahsiyet olarak, hangi işi, kiminle, ne zaman ve hangi mekânda gerçekleştirebileceğini bilir ve planlar.

Mü’min; imkânlarını kişi, zaman ve mekânda planlar; niyeti belli, nizamı sağlam, gidişatı pâk, neticesi hayr olan bir iş düzeni meydana getirir. İşlerinin başında Bismillah’la dillendirilen ihlas, ortasında “Ya Allah!” ile sığınılan sabır, sonunda elhamdülliah ile ifade buyrulan şükür ve esteğfirullah ve etübü ileyh ile dile gelen tövbe istiğfar vardır.

Mü’min; insan olduğunun farkındadır, hammaddesine yapılan üfleyiş onu sair tabii varlıklardan ayırmıştır. Mü’minin o üfleyişle gelen ruhu, vahiyle uyanmış, nurlanmış, yolunu bulmuştur. 

Mü’min, tabii varlıkların sabit bir döngü içinde kalmalarını, onlara irade verilmemiş olmasına ve onların ubudiyetten başka bir seçeneğinin bulunmayışına bağlar. Onları daima itaat hâlinde kabul eder.

Kendisine ise irade verilmiştir. İrade, ona farklılık oluşturma, değişim meydana getirme sorumluluğu da yükler. O esasta hep sadık bir kuldur, hep o sahadadır ama “tabii bir varlık” misali hep aynı hâl üzere kalmayı Allah’a isyan kabul eder. O kimi zaman farzları icra ile meşgul, kimi zaman dünyayı mamur etme vazifesiyle. Bütün hâlleri, biri diğerinin işleyişine katkı sağlayacak şekilde birbirini tamamlar.

Oysa “Medenî” olmayan kadim insan, bir yanı ile “tabii insan”dır; yani bitkisel ve hayvansal hayattan uyanmış değildir. Tabiatla uyum içinde yaşar. Onun davranışlarını sadece tabiatın hâlleri belirler. Programını tabiat oluşturur. Gün aydınlanınca yol alır, kararınca durur. Kış olunca dinlenir, ilkbahar gelince çalışır. Karada iken gezip dolaşır, denizle karşılaştığında ona hayretle bakar.

El ürünlerini keşfetmiş hatta teknoloji ile buluşmuş ama mü’min olmayan sözde “gelişmiş insan”ın ise zaman ve işlerini ihtiyaç, hırs, çıkar ve korkuları belirler. Önüne dünyevi bir mükafat veya ceza konmadığında harekete geçme ihtiyacı duymaz. Günümüzde “modern insan” da denen bu insan tipi, aslında kadim insan tipinin imkân bulup iman bulmayan türüdür. İkisi arasındaki ana fark, modern insanın, kadim insandan daha ürkek olması, hayatına daha düşkün olması ve bu düşkünlüğün onun için kurallar koymayı getirmesidir. 

Mü’minin işlerini; sadece ihtiyaç, hırs, çıkar ve korkular belirlemez. O “tabii” kalmayı reddettiği gibi özünden bir kopuşa yol açacak tabii olmaktan uzaklaşmayı da bir sınırsızlık, hadsizlik olarak görür.  Bunun için hayatında bir denge vardır. Hayatında evreler birbirini tamamlayacak şekilde biçim bulmuştur.

Mü’min hayatının iki hususiyeti vardır: Bütünlük ve denge. Bu iki hususiyet onu “tabii” kalan insandan ayırdığı gibi, “modern insan”dan da farklı tutar. Onun çalışma tarzı her iki kesimin de çalışma tarzından farklıdır.

Günümüzde kişinin tatili, onun kimliği gibi kabul edilir. Kişinin tatiline bakılarak inancı ve hayat tarzı anlaşılmaya çalışılır. Mü’minin yaşam tarzı modern insanın yaşma tarzından farklı olduğu gibi mü’minin tatili de modern insanın tatilinden farklıdır.

MODERN İNSANIN TATİLİ

Tabii kalmış insan için tatili, tabiat koşulları ve kendisinin temel ihtiyaçları belirlerdi. Tabii kalan insan kar yağdığında acilen yiyeceğe ihtiyacı yoksa genel manada, gıda üretmeyi sürdürmezdi. Onun seraları yoktur.

Modern insan ise ihtiyacı varsa da yoksa da daha çok kazanma hırsıyla bütün zamanını çalışmakla geçirebilir ya da bir geçim kaynağı varsa zevkini bozuyor diye çalışma hayatının tamamen dışında kalabilir. Çalışmaya ihtiyacı yok diye ömrünü eğlencelerde, gezip tozmalarda heba edebilir.

Modern insanın mesai ve tatili; hırs ve zevk düşkünlüğü bağlamında sınırlara tabi tutulmuştur. Mesai, onun zevkini sınırlar; tatil, onun zevkine hitap eder.

 Modern Batı’nın arka planında yer alan Yahudilik ve Hıristiyanlıkta çalışmanın tamamen yasak olduğu birer gün vardır. Yahudi, cumartesi günü asla çalışamaz hatta temel ihtiyacı için bile bir uğraş içinde olamaz. Günümüzün fanatik Yahudileri dahi bunu öylesine abartıyorlar ki asansörün düğmesine basmayı bile iş sayıp reddediyorlar.

Hıristiyanlık da pazar günü çalışmayı şiddetli bir şekilde yasaklar. O gün sadece ibadete ayrılmıştır ve o gün oyun olsun diye çekiç sallayan çocuklar dahi kınanır.

Modern yaşamda seküler bir dünya tasarısı yapılırken insanı rahatlatan, sükûnete erdiren ibadetin alternatifi “eğlence” olarak düşünülmüştür. “Eğlence”, ibadetin yerine konmuştur. Bu planlamada Yahudilerin ibadet günü cumartesi nispeten kayrılırken Hıristiyanların ibadet günü pazar tamamen eğlenceye ayrılmıştır. Haftanın altı günü, kurulu bir makine gibi çalışan modern insan, Batı örneğinde, cumartesi akşam vaktinden pazar günü akşama kadar yirmi dört saatlik bir süreyi çılgınca eğlenip yemeye, içmeye verir.

Pazar günü eğlencesi, çalışanı sadece eğlendirmez, aynı zamanda onu kiliseden de alıkoyar ki planlama galiba özellikle bu şekilde yapılmıştır.

Batı’da II. Dünya Savaşı’na kadar düzen, bu hâl üzere işlerdi. Savaş, bitkinlik getirdi ve aynı zamanda muktedir güçleri zayıflattı. Çalışanlar, onlara karşı mücadelede başarıya ulaşarak yeni haklar kazandı. İşte o haklar bağlamında ihdas edilen yıllık tatiller ve diğer tatiller de icra şekli bakımından pazar eğlencesine dönüştürüldü. 

Çalışanlar, nüfus planlamaları ile hane başına düşen fert sayısının azalması, buna karşı ücretlerinin iyileştirilmesiyle bir ekonomik güce ulaştılar. O ekonomik güçle icra ettikleri yıllık tatillerini ve diğer tatilleri de turizm faaliyeti adı altında çılgınca eğlenmeye ayırdılar. Bu tatillerde haram, yasak, ayıp sınırlarına takılmamayı; tatillerde “kurallar çerçevesinde yaşayan havyan” tarzı vakit geçirmeyi, tatilin bir gereği gibi görmeye başladılar. Tatil boyunca işinden feragat bir tür zorunluluk gibi görüldü, bunu yapmayanlar kınandı hatta kimi zaman işverenlerince cezaya dahi tabi tutuldu. 

MÜSLÜMANIN TATİLİ

İslam dünyasında çalışma hayatının modern bir görünüme bürünmesiyle iki tür tatil anlayışı yayıldı: Hıristiyanvari tatil ve dinden uzaklaşan modern insanın tatili.

Kimi Müslümanlar, hafta tatillerini ve diğer tatilleri bir tür boş kalma ve uyku günleri gibi düşünürler. Günlerinin tamamına yakınını uyuyarak veya özellikle boş kalarak geçirmeyi tatilin bir gereği kabul ederler.

Modern yaşam tarzının dayatılmasıyla kendilerini özellikle Batı’ya benzeten farklı bir kesim ise tatili bir tür eğlence günleri gibi düşünmeye başlamıştır. Müslümanın hayat tarzında her fırsat, Allah indinde yükselmek için bir imkân iken, bu ithal anlayışta tatil,  “günah işleme mevsimi” olarak tahayyül edilir. Haftanın veya yılın tatil günleri, eğlenceye ayrılarak diğer günlerinden tamamen ayrılır.

Hâlbuki Müslüman için, hayatın bütün evreleri hem bütün hem farklıdır. Mü’min çalışırken ibadetten uzak kalmaz; ibadet, onun için yük değildir, onu rahatlatır.

Mü’min, dinlenirken de insan ve mü’min olma sıfatını unutmaz. Mü’minin çalışma hayatı ile dinlenme günlerini bütünleştiren, büyük hedeflerine doğru yürüyüşünde birleştiren itaat hâli ve ibadet icraatlarıdır. Hayat, o ana zemin üzerinden çalışma veya dinlenme ile geçer. O ana zemin üzerinden anlam bulur.

Bununla beraber, çalışmanın gittikçe yoğunlaştığı bir dünyada mü’min için tatil, hedeflerine yoğunlaşmak için bir fırsattır. Her fırsat bir imkândır ve her imkân, sorumluluğu artırır. Dolayısıyla bugünün dünyevi yaşam tarzında tatil, mü’minin kendisini manasına vermesi ve manevi hedefler için çalışması için ihmal edilemeyecek bir fırsattır.

Mü’min, tabii insan olarak kalamayacağı gibi modern insana da benzeyemez. Ey mü’min! Eğer senin çalışma hayatın gibi sana ayrılan tatil tarzını da modern muktedir güçler belirleyecek ise senin imanın nerede?

Sen, çalışırken onun kurallarına zoraki tabi tutulmuşsun, tatil yaparken de onun tarzına gönüllü tabi olursan seni sen yapan ne kalır?

Yüce Allah, Resûl-i Ekrem sallahü aleyhi vesellem’in şahsında, insanların işlerinden boşaldığın zaman  Rabbine rağbet et, diye bize emrediyor.

İslam uleması bilittifak “lehv” denen başıboş eğlenceyi reddetmiştir. Bununla birlikte İslam medreselerinde tarih boyunca tatil vardır. Zira insanın öğrenme faaliyeti, özümsemeyi gerektirir. İnsan, dinlenirken hatta uyurken o özümseme faaliyeti devam eder. Tatil, İslam medreselerinde özümseme ve tatbik etme için bir fırsat olarak düşünülmüştür.

Bunun için her hafta perşembe günü ikindi vakti ile cuma günü ikindi vakti arasındaki yirmi dört saat tatil zamanı olarak düşünülmüştür. O vaktin perşembeye dahil saatleri, faydalı oyunlar oynamak, helal eğlence gibi sosyalleşme faaliyetlerine, cuma günü sabah saatleri ise haftalık değerlendirme ve cuma namazına hazırlık olarak değerlendirilmiştir. Yaz mevsiminin bir bölümünde de talebelerin hem ihtiyaçları varsa işlerinde çalışmaları hem toplumun içine karışıp irşad faaliyetlerinde yer almaları için genellikle dersler iptal edilmiştir. Talebe tatilden, yeni bir birikimle dönmüş ve gelişmiştir. Hatta talebenin gelişme safhaları genellikle onun tatil sonrası durum ve tutumlarındaki olumlu değişimiyle  değerlendirilmiştir.

Bundan bizim için bugün de güzel bir misal vardır. 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

10. Bereket Vesilesi: Af!

Müspet eylemlerin çekme, toparlama; menfi eylemlerin uzaklaştırma, dağıtma gibi bir mahiyeti vardır. Örneğin sevmenin çekip toparlama, nefretin itip uzaklaştırma gibi bir yönü söz konusudur.

Af ve ceza arasındaki ilişkide de böyle bir durum vardır: Af, toparlar, büyütür; ceza, yalıtır ve küçültür.

Af, Allah’ın Rasûl’ü salallahü aleyhi vesellem’in ahlakı ve aynı zamanda Ona Allah ü Teâlâ tarafından emredilen faziletler arasındadır.

Yüce Allah, A’raf Sûresi 199. Ayet-i Kerime’de,

 “(Ey Rasûl’üm) Sen affı benimse, urfu (mârufu) emret ve cahillerden yüz çevir!” buyurmaktadır.

Zamahşerî’nin ifade ettiğine göre, İmam Ca‘fer-i Sadık radiyallahü anh, “Kur’ân’da, erdem ve güzellikleri bundan daha iyi toplayan bir ayet yoktur.” buyurmuşlardır. 

Ayet-i Kerime’de Rasûl-i Ekrem’e emredilen, affı benimseyip, iyiliği emretmesi ve cahillerden yüz çevirmesidir. O hâlde cahiller, af konusunda farklı bir tutum içindedirler.

Sadece cahiller mi? Cevabı Ayet-i Kerime’nin siyakından alıyoruz:

“Eğer şeytandan bir fitleme seni dürtüklerse hemen Allah’a sığın! Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir.

Takva sahipleri, içlerine şeytandan gelen bir saptırıcı fikir doğduğunda onu düşünüp hemen gerçeği görürler.” (A’raf Sûresi, 200-201)

Ayet-i Kerimelerden anlaşılacağı üzere şeytan da bizzat insanı, af mevzusunda farklı davranmaya itip saptırmaya çalışmaktadır. Lâkin takva ehli kendini ondan uzak tutar.

Ceza, eylemin müspet veya menfi karşılığıdır ama affın zıddı olarak menfi manayı ifade eder. Dolayısıyla bir eyleme karşı cezayı tercih etmek, kişiye yanlış eyleminden dolayı eza vermektir. O eza, suçlunun eyleminin karşılığı olduğu için hakkıdır ve insan, birinden zarar gördüğünde o hakkı yerine getirmek, kendisine eza verene ceza vermek ister.

Ceza, sadece menfi eylem peşinde olanı, suça kast edeni durdurmaz, aynı zamanda cezaya tanıklık edenleri hatta cezayı duyanları da te’dip eder. Onlar için de öğüt olur ve nihayetinde ceza, fert ve toplumu suça yönelenin şerrinden korur. 

Ceza, riski azaltır, suçluyu, yanlış yapanı uzaklaştırır. Bunun için cezada cezayı verenin kendisini garantiye alması , dolayısıyla rahatlaması söz konusudur. Bu münasebetle,  cezayı tercih etmenin hikmeti vardır.

Bu hikmet söz konusu iken affı tercih etmek, akla ağır gelir. Kişinin kendisine eza verene ceza vermemesi bir de nefsine ağır gelir.

Nefis, coştuğunda fazileti unutturur, düz davranışa yöneltir. Şeytan da insanın tam da bu zor vaziyetinde araya girerek onu faziletten daha da uzaklaştırıp heves, hırs yönünde harekete geçirir. Kişi o yönde kendisine hâkim olamayıp takvadan uzaklaştıkça tuzağa yaklaşır.

Özellikle bilmek gerekir ki bir hususta hikmet, heves ve nefsanî istek buluşunca insanın kendisine hâkim olması hakikaten zorlaşır. Akılla arzuları bir araya getiren, onları aynı karar üzerinde buluşturan bu hâl hâsıl olduğunda artık ona karşı koyabilmek ahlaki açıdan büyük bir fazilettir.

Rasûl-i Ekrem, ahlakta en yüce faziletlere sahiptir. Ama Ondaki üstün ahlaka rağmen yüce Allah, nasihat ve emir mahiyetinde Ona yine affı emretmektedir. Demek ki cezadan vazgeçmek zor olduğu gibi affı tercih etmenin de ceza vermekten daha üstün bir hikmeti vardır. Lâkin nefis, genel olarak affı sevmez ve şeytan da bu konuda onunla işbirliği yapıp insanın işini zorlaştırır.

Af, özü itibariyle risktir. Zira suçluyu, yanlış yapanı cezasız bırakmak suç işleme, yanlış yapma ihtimalini artırır; sizi tehlikeye atar. Ama aynı zamanda risk, ticarette olduğu üzere kontrol altında gerçekleştiğinde bereketin kapısını açar.

Fedakârlık, ihsan etmek gibi İslâmî eylemler, zahirde azalmaya yol açar görünse de batında berekete vesile olur, zıddını hasıl ederek çoğaltır. Affın da böyle bir yanı söz konusudur.

“Af”ın bir anlamı, “imha etmek, yok etmek” ise bir anlamı da “fazlalık”tır, dolayısıyla çoğalmadır, artmadır. Aynı şekilde gönüllü verilen, dolayısıyla zekât kapsamına girmeyen sadakaya da “af” denmiştir. Zira o bir fazilettir, kişinin iyilikten payı bağlamında müspet fazlalıktır.

Siz, af ile cezayı yok sayar, kendinizi riske atarsınız ama af, fazlalaşmaya, çoğalmaya, berekete vesile olur. Af, cezayı yok ederken etrafınızda toplanmaya vesile olur, varlığınızı bereketlendirir, aranızdaki muhabbeti artırıp sayınızı çoğaltır, birliğinizi kaim ve daim kılar.

Zamahşerî der ki A’raf 199’da geçen “el-‘urf” ifadesi, “güzel, uygun fiiller” demektir. “Cahillerden yüz çevir!” ise “Sefihlere onların sefihliği misalince/mislince karşılık vermeme! Onlarla tartışma, onlara karşı halim ol, seni üzecek davranışlarını görmezden gel.” anlamındadır. 

Söylendiğine göre bu ayet nazil olduğunda Hz. Rasûl manasını Hz. Cebrail’e sormuş, o da “Bilmiyorum, bir bilene sorayım.” buyurmuştur. Hz. Cebrail döndüğünde “Ey Muhammed! Rabbin Sana, Seninle akrabalık bağını kopartanla irtibatı sürdürmeni, Senden esirgeyene vermeni, Sana zulmedeni affetmeni emretmekte.” demiştir.

Zamahşerî’nin aktardığı rivayetten anlaşılan, affın esası karşılıksız olmasıdır; kişinin kendisine eza verene ondan hiçbir karşılık beklemeden ona eza etmemeyi tercih etmesidir. Bu, hiç kuşkusuz nefsin hoşuna gitmeyeceği gibi, cahiller de bunu kavramaz. 

Seyyid Kutub, Allah rahmet eylesin, der ki Hz. Peygamber salallahü aleyhi vesellem, İslam’ın esasları konusunda tavizsizdi. Ama insanlarla ilişkiler ve dostluk konusunda yüce Allah, ona (Aʿraf 199’daki ayet-i kerime ile) affı tercih etmesini, insanların hatalarını, zafiyetlerini, noksanlarını görmezlikten gelmesini ve insanî ilişkilerde onlara zorluk yüklememesini emretti.

Seyyid’e göre, ayette geçen “el-urf”, tartışma götürmeyecek kadar açık ve net iyilik anlamındadır. İnsan, ilk başta iyilik görürse, fıtratındaki iyilikle muamele görürse iyiliği keşfeder, kavrar, zamanla yola girer ve ona kumanda etmek kolaylaşır.

Dolayısıyla affı tercih etmek, insanı iyilikle tanıştırmak için aynı zamanda bir vesiledir. Şunu ifade edelim ki Selâhaddîn-i Eyyûbî Hazretleri de affı insanları iyilikle tanıştırmak ve onları iyiliğe alıştırmak için bir eğitim ve irşad aracı gibi görmüştür. Haçlıları ve kendisine karşı suç işleyen Müslümanları affederek onların kalplerini iyiliğe açmaya, onları affın iyiliği ile kötülükten vazgeçirmeye çalışmış ve bunda tarihe geçen bir başarı elde etmiştir.

Seyyid, Ayet-i Kerime’de geçen “cahillere aldırış etme” ifadesini açıklarken cehaletin hem rüşdün, yani doğru davranmanın hem ilmin zıddı olduğunu ve bu ikisinin de birbiriyle tamamen bağlantılı olduğunu ifade eder. Ona göre cahillere aldırış etmemenin bir anlamı da cahillerin sözünü ciddiye almamaktır.

Hakikaten cahil olan, İslam’ın af ile ilgili tutumunu anlamakta güçlük çeker. Zira İslam, hem suçla ilgili çok ağır dünyevi cezalar öngörmüş hem çok ağır uhrevi cezaları haber vermiştir. Ama İslam bunun yanında, bugünün sözde insan hakları söyleminin doruğa çıktığı bir zamanda dahi eleştirilere konu olacak kadar aftan yana bir tutum içindedir. Dolayısıyla geçmişin hevesleriyle, duygularıyla hareket eden cahiliyesi İslam’ın af yaklaşımını anlamakta güçlük çektiği gibi, bugünün aklıyla hareket eden modern cahiliyesi de İslam’ın af yaklaşımını anlamakta güçlük çekmektedir.

 

İSLAM’IN CEZA YAKLAŞIMI

İslam’dan önce iki farklı ceza anlayışı yaygındı. Bedevî topluluklarda genel olarak hukuk yoktu. Cezada keyfiyet vardı. Kimi suçlar cezasız kalırdı, kimi suçlara ise olması gerekenden çok daha ağır cezalar verilirdi. Örneğin katilin onun suçunu onaylamayan yakınları dahi sadece yakını oldukları için cezalandırılırdı ki bu zulüm, günümüzde de yarı Bedevi toplumlarda devam etmektedir.

Buna karşı Roma ve muhtemelen Sasanî’de de keskin bir hukuk vardı. O tür imparatorluklarda daha sonra Batı hukukuna da geçen ve Victor Hugo’nun ünlü Sefiller romanına konu olduğu üzere affı tamamen yok sayan bir cezalandırma sistemi söz konusuydu.

İslam, buna karşı hem suçtan caydıracak bir ceza sistemi getirmiş hem merhametin kapılarını açmış, affı yaygınlaştırmıştır.

İslam, cezayı keyfi olmaktan çıkarmış ama bağışlanmanın da yolunu açmıştır. İslam’da kısas vardır; katil, öldürülür. Katilin yakınları onun eyleminden dolayı öldürülemez. Ama onlardan tazminat alınır. Ta ki aralarında yakınlık bulunanlar, birbirlerine sahip çıksınlar. Maktulün yakınları ise katili affetme yetkisine sahiptir.

Salt, bu hüküm dahi incelendiğinde İslam’ın nasıl kendine özgü ve çok seçenekli bir yol izlediği beyan olmaktadır. Bu çok seçeneklilik, İslam için bereketin kapılarını açmış; İslam toplumunu suçluların şerrinden muhafaza ederken kaynaştırmış, büyütmüş ve yüceltmiştir.

Cahil, düz düşünür; ne İslam’daki cezayı ne affı anlar ya ceza versin ya da affetsin, der. Bu düz mantık, Kur’an-ı Kerim’in tam da imha edip yerine çok seçenekli ve derin düşünceyi getirdiği mantıktır. Müslüman, bu mantığı ciddiye bile almaz. Zira bu mantık İslam’ın bereketini ortadan kaldırır.

Öte yandan İslam’ın ahkamı ve yüce Allah’ın emirleri bir bütündür, birbirini tamamlayacak mahiyettedir. Araf 199 ile Al-i İmrân 159 Ayet-i Kerimeleri de birbirini tamamlamaktadır:

“Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.”

Dikkat edilirse Ayet-i Kerime, “yumuşak davranma”yı doğrudan, rahmetle ilişkilendirmektedir. Rahmet, hiç kuşkusuz berekettir. Malum olduğu üzere toprağı yumuşatıp tohumların yeşermesine, dolayısıyla yeryüzünde berekete vesile olan yağmur için de halk arasında “rahmet” denir.

Bir disiplin içinde, yani halis bir niyet üzere olan af da yağmur gibidir, onun gibi rahmettir ve bereketin kapısını açar. Buna karşı sert tutum, itip dağıtır; kurutur, kıtlığa, kısırlığa, bereketsizliğe küçülüp azalmaya yol açar. 

Cahiller, şu hakikati zor anlarlar: Afta yumuşaklık vardır ama safları bütünleştirip birliğe ve çelik gibi dirliğe vesile olur. Cezada ise güven var gibidir ama dağıtıp paramparça edebilir. Öyleyse affı tercih et! Ondan önce de işlerini istişare ile yap ki kararlara, işlere katılsınlar ve sorumlulukla hareket etsinler. Nihayetinde bu yönde davrandıktan sonra riske bakıp endişe içinde kalma, sen gereğini yapmışsın, artık Allah’a tevekkül et! Bir manasıyla O’nun sana öğrettiği bu davranış tarzının doğru olduğundan emin ol! Sakın, aklına, heva ve hevesine kanıp da onun yolundan sapma!

Özetle, İslam’da ceza ile af arasında bir denge vardır ve mümkün olduğu kadar af, cezaya tercih edilir. Zira af, bütünleştirip birleştirir, kalpleri birbirine ısındırıp muhabbeti artırır. Ceza da bir önlemdir ancak ilk çare değil, başvurulacak son yoldur. Toplumda ve insanî ilişkiler konusunda af ve ceza dengesi korunduğunda toplumsal bütünlük de sağlanıp korunur.

 

 

 

 

 

BEREKET VESİLESİ: AF!

Müspet eylemlerin çekme, toparlama; menfi eylemlerin uzaklaştırma, dağıtma gibi bir mahiyeti vardır. Örneğin sevmenin çekip toparlama, nefretin itip uzaklaştırma gibi bir yönü söz konusudur.

Af ve ceza arasındaki ilişkide de böyle bir durum vardır: Af, toparlar, büyütür; ceza, yalıtır ve küçültür.

Af, Allah’ın Rasûl’ü salallahü aleyhi vesellem’in ahlakı ve aynı zamanda Ona Allah ü Teâlâ tarafından emredilen faziletler arasındadır.

Yüce Allah, A’raf Sûresi 199. Ayet-i Kerime’de,

 “(Ey Rasûl’üm) Sen affı benimse, urfu (mârufu) emret ve cahillerden yüz çevir!” buyurmaktadır.

Zamahşerî’nin ifade ettiğine göre, İmam Ca‘fer-i Sadık radiyallahü anh, “Kur’ân’da, erdem ve güzellikleri bundan daha iyi toplayan bir ayet yoktur.” buyurmuşlardır. 

Ayet-i Kerime’de Rasûl-i Ekrem’e emredilen, affı benimseyip, iyiliği emretmesi ve cahillerden yüz çevirmesidir. O hâlde cahiller, af konusunda farklı bir tutum içindedirler.

Sadece cahiller mi? Cevabı Ayet-i Kerime’nin siyakından alıyoruz:

“Eğer şeytandan bir fitleme seni dürtüklerse hemen Allah’a sığın! Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir.

Takva sahipleri, içlerine şeytandan gelen bir saptırıcı fikir doğduğunda onu düşünüp hemen gerçeği görürler.” (A’raf Sûresi, 200-201)

Ayet-i Kerimelerden anlaşılacağı üzere şeytan da bizzat insanı, af mevzusunda farklı davranmaya itip saptırmaya çalışmaktadır. Lâkin takva ehli kendini ondan uzak tutar.

Ceza, eylemin müspet veya menfi karşılığıdır ama affın zıddı olarak menfi manayı ifade eder. Dolayısıyla bir eyleme karşı cezayı tercih etmek, kişiye yanlış eyleminden dolayı eza vermektir. O eza, suçlunun eyleminin karşılığı olduğu için hakkıdır ve insan, birinden zarar gördüğünde o hakkı yerine getirmek, kendisine eza verene ceza vermek ister.

Ceza, sadece menfi eylem peşinde olanı, suça kast edeni durdurmaz, aynı zamanda cezaya tanıklık edenleri hatta cezayı duyanları da te’dip eder. Onlar için de öğüt olur ve nihayetinde ceza, fert ve toplumu suça yönelenin şerrinden korur. 

Ceza, riski azaltır, suçluyu, yanlış yapanı uzaklaştırır. Bunun için cezada cezayı verenin kendisini garantiye alması , dolayısıyla rahatlaması söz konusudur. Bu münasebetle,  cezayı tercih etmenin hikmeti vardır.

Bu hikmet söz konusu iken affı tercih etmek, akla ağır gelir. Kişinin kendisine eza verene ceza vermemesi bir de nefsine ağır gelir.

Nefis, coştuğunda fazileti unutturur, düz davranışa yöneltir. Şeytan da insanın tam da bu zor vaziyetinde araya girerek onu faziletten daha da uzaklaştırıp heves, hırs yönünde harekete geçirir. Kişi o yönde kendisine hâkim olamayıp takvadan uzaklaştıkça tuzağa yaklaşır.

Özellikle bilmek gerekir ki bir hususta hikmet, heves ve nefsanî istek buluşunca insanın kendisine hâkim olması hakikaten zorlaşır. Akılla arzuları bir araya getiren, onları aynı karar üzerinde buluşturan bu hâl hâsıl olduğunda artık ona karşı koyabilmek ahlaki açıdan büyük bir fazilettir.

Rasûl-i Ekrem, ahlakta en yüce faziletlere sahiptir. Ama Ondaki üstün ahlaka rağmen yüce Allah, nasihat ve emir mahiyetinde Ona yine affı emretmektedir. Demek ki cezadan vazgeçmek zor olduğu gibi affı tercih etmenin de ceza vermekten daha üstün bir hikmeti vardır. Lâkin nefis, genel olarak affı sevmez ve şeytan da bu konuda onunla işbirliği yapıp insanın işini zorlaştırır.

Af, özü itibariyle risktir. Zira suçluyu, yanlış yapanı cezasız bırakmak suç işleme, yanlış yapma ihtimalini artırır; sizi tehlikeye atar. Ama aynı zamanda risk, ticarette olduğu üzere kontrol altında gerçekleştiğinde bereketin kapısını açar.

Fedakârlık, ihsan etmek gibi İslâmî eylemler, zahirde azalmaya yol açar görünse de batında berekete vesile olur, zıddını hasıl ederek çoğaltır. Affın da böyle bir yanı söz konusudur.

“Af”ın bir anlamı, “imha etmek, yok etmek” ise bir anlamı da “fazlalık”tır, dolayısıyla çoğalmadır, artmadır. Aynı şekilde gönüllü verilen, dolayısıyla zekât kapsamına girmeyen sadakaya da “af” denmiştir. Zira o bir fazilettir, kişinin iyilikten payı bağlamında müspet fazlalıktır.

Siz, af ile cezayı yok sayar, kendinizi riske atarsınız ama af, fazlalaşmaya, çoğalmaya, berekete vesile olur. Af, cezayı yok ederken etrafınızda toplanmaya vesile olur, varlığınızı bereketlendirir, aranızdaki muhabbeti artırıp sayınızı çoğaltır, birliğinizi kaim ve daim kılar.

Zamahşerî der ki A’raf 199’da geçen “el-‘urf” ifadesi, “güzel, uygun fiiller” demektir. “Cahillerden yüz çevir!” ise “Sefihlere onların sefihliği misalince/mislince karşılık vermeme! Onlarla tartışma, onlara karşı halim ol, seni üzecek davranışlarını görmezden gel.” anlamındadır. 

Söylendiğine göre bu ayet nazil olduğunda Hz. Rasûl manasını Hz. Cebrail’e sormuş, o da “Bilmiyorum, bir bilene sorayım.” buyurmuştur. Hz. Cebrail döndüğünde “Ey Muhammed! Rabbin Sana, Seninle akrabalık bağını kopartanla irtibatı sürdürmeni, Senden esirgeyene vermeni, Sana zulmedeni affetmeni emretmekte.” demiştir.

Zamahşerî’nin aktardığı rivayetten anlaşılan, affın esası karşılıksız olmasıdır; kişinin kendisine eza verene ondan hiçbir karşılık beklemeden ona eza etmemeyi tercih etmesidir. Bu, hiç kuşkusuz nefsin hoşuna gitmeyeceği gibi, cahiller de bunu kavramaz. 

Seyyid Kutub, Allah rahmet eylesin, der ki Hz. Peygamber salallahü aleyhi vesellem, İslam’ın esasları konusunda tavizsizdi. Ama insanlarla ilişkiler ve dostluk konusunda yüce Allah, ona (Aʿraf 199’daki ayet-i kerime ile) affı tercih etmesini, insanların hatalarını, zafiyetlerini, noksanlarını görmezlikten gelmesini ve insanî ilişkilerde onlara zorluk yüklememesini emretti.

Seyyid’e göre, ayette geçen “el-urf”, tartışma götürmeyecek kadar açık ve net iyilik anlamındadır. İnsan, ilk başta iyilik görürse, fıtratındaki iyilikle muamele görürse iyiliği keşfeder, kavrar, zamanla yola girer ve ona kumanda etmek kolaylaşır.

Dolayısıyla affı tercih etmek, insanı iyilikle tanıştırmak için aynı zamanda bir vesiledir. Şunu ifade edelim ki Selâhaddîn-i Eyyûbî Hazretleri de affı insanları iyilikle tanıştırmak ve onları iyiliğe alıştırmak için bir eğitim ve irşad aracı gibi görmüştür. Haçlıları ve kendisine karşı suç işleyen Müslümanları affederek onların kalplerini iyiliğe açmaya, onları affın iyiliği ile kötülükten vazgeçirmeye çalışmış ve bunda tarihe geçen bir başarı elde etmiştir.

Seyyid, Ayet-i Kerime’de geçen “cahillere aldırış etme” ifadesini açıklarken cehaletin hem rüşdün, yani doğru davranmanın hem ilmin zıddı olduğunu ve bu ikisinin de birbiriyle tamamen bağlantılı olduğunu ifade eder. Ona göre cahillere aldırış etmemenin bir anlamı da cahillerin sözünü ciddiye almamaktır.

Hakikaten cahil olan, İslam’ın af ile ilgili tutumunu anlamakta güçlük çeker. Zira İslam, hem suçla ilgili çok ağır dünyevi cezalar öngörmüş hem çok ağır uhrevi cezaları haber vermiştir. Ama İslam bunun yanında, bugünün sözde insan hakları söyleminin doruğa çıktığı bir zamanda dahi eleştirilere konu olacak kadar aftan yana bir tutum içindedir. Dolayısıyla geçmişin hevesleriyle, duygularıyla hareket eden cahiliyesi İslam’ın af yaklaşımını anlamakta güçlük çektiği gibi, bugünün aklıyla hareket eden modern cahiliyesi de İslam’ın af yaklaşımını anlamakta güçlük çekmektedir.

 

İSLAM’IN CEZA YAKLAŞIMI

İslam’dan önce iki farklı ceza anlayışı yaygındı. Bedevî topluluklarda genel olarak hukuk yoktu. Cezada keyfiyet vardı. Kimi suçlar cezasız kalırdı, kimi suçlara ise olması gerekenden çok daha ağır cezalar verilirdi. Örneğin katilin onun suçunu onaylamayan yakınları dahi sadece yakını oldukları için cezalandırılırdı ki bu zulüm, günümüzde de yarı Bedevi toplumlarda devam etmektedir.

Buna karşı Roma ve muhtemelen Sasanî’de de keskin bir hukuk vardı. O tür imparatorluklarda daha sonra Batı hukukuna da geçen ve Victor Hugo’nun ünlü Sefiller romanına konu olduğu üzere affı tamamen yok sayan bir cezalandırma sistemi söz konusuydu.

İslam, buna karşı hem suçtan caydıracak bir ceza sistemi getirmiş hem merhametin kapılarını açmış, affı yaygınlaştırmıştır.

İslam, cezayı keyfi olmaktan çıkarmış ama bağışlanmanın da yolunu açmıştır. İslam’da kısas vardır; katil, öldürülür. Katilin yakınları onun eyleminden dolayı öldürülemez. Ama onlardan tazminat alınır. Ta ki aralarında yakınlık bulunanlar, birbirlerine sahip çıksınlar. Maktulün yakınları ise katili affetme yetkisine sahiptir.

Salt, bu hüküm dahi incelendiğinde İslam’ın nasıl kendine özgü ve çok seçenekli bir yol izlediği beyan olmaktadır. Bu çok seçeneklilik, İslam için bereketin kapılarını açmış; İslam toplumunu suçluların şerrinden muhafaza ederken kaynaştırmış, büyütmüş ve yüceltmiştir.

Cahil, düz düşünür; ne İslam’daki cezayı ne affı anlar ya ceza versin ya da affetsin, der. Bu düz mantık, Kur’an-ı Kerim’in tam da imha edip yerine çok seçenekli ve derin düşünceyi getirdiği mantıktır. Müslüman, bu mantığı ciddiye bile almaz. Zira bu mantık İslam’ın bereketini ortadan kaldırır.

Öte yandan İslam’ın ahkamı ve yüce Allah’ın emirleri bir bütündür, birbirini tamamlayacak mahiyettedir. Araf 199 ile Al-i İmrân 159 Ayet-i Kerimeleri de birbirini tamamlamaktadır:

“Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.”

Dikkat edilirse Ayet-i Kerime, “yumuşak davranma”yı doğrudan, rahmetle ilişkilendirmektedir. Rahmet, hiç kuşkusuz berekettir. Malum olduğu üzere toprağı yumuşatıp tohumların yeşermesine, dolayısıyla yeryüzünde berekete vesile olan yağmur için de halk arasında “rahmet” denir.

Bir disiplin içinde, yani halis bir niyet üzere olan af da yağmur gibidir, onun gibi rahmettir ve bereketin kapısını açar. Buna karşı sert tutum, itip dağıtır; kurutur, kıtlığa, kısırlığa, bereketsizliğe küçülüp azalmaya yol açar. 

Cahiller, şu hakikati zor anlarlar: Afta yumuşaklık vardır ama safları bütünleştirip birliğe ve çelik gibi dirliğe vesile olur. Cezada ise güven var gibidir ama dağıtıp paramparça edebilir. Öyleyse affı tercih et! Ondan önce de işlerini istişare ile yap ki kararlara, işlere katılsınlar ve sorumlulukla hareket etsinler. Nihayetinde bu yönde davrandıktan sonra riske bakıp endişe içinde kalma, sen gereğini yapmışsın, artık Allah’a tevekkül et! Bir manasıyla O’nun sana öğrettiği bu davranış tarzının doğru olduğundan emin ol! Sakın, aklına, heva ve hevesine kanıp da onun yolundan sapma!

Özetle, İslam’da ceza ile af arasında bir denge vardır ve mümkün olduğu kadar af, cezaya tercih edilir. Zira af, bütünleştirip birleştirir, kalpleri birbirine ısındırıp muhabbeti artırır. Ceza da bir önlemdir ancak ilk çare değil, başvurulacak son yoldur. Toplumda ve insanî ilişkiler konusunda af ve ceza dengesi korunduğunda toplumsal bütünlük de sağlanıp korunur.

 

 

 

11. Şehidler ve Şehid Olamayan “Şehidler”!

“Mü’minlerden öyle adamlar vardır ki Allah’a verdikleri söze sâdık kaldılar. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirmiştir (şehit olmuştur). Bir kısmı da (şehit olmayı) beklemektedir. Verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir.” (Ahzab, 73)

Şehadet öyle yüce bir makam ki şehid olmak, her şuurlu mü’minin dilediğidir.

Ayet-i Kerime’de buyrulduğu üzere kimileri o dileğe kavuşmuşlardır. Kimileri ise kavuşmak için beklemiştir, beklemektedir.

Mü’min, o bekleyişte sabırlıdır; dileğine ulaşmayı çok ister, lâkin acele etmez.

Hz. Berâ b. Malik radiyallahü anh, şehid olmayı epey bekledikten sonra dileğine kavuşanlardandır.

Malik b. Nadir ve Ümmü Süleym’in iki oğlundan biridir Berâ, Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem’in hizmetkârı Enes b. Malik radiyallahü anh’ın kardeşidir.

Asıl adı Rümeysâ olduğu bilinen Ümmü Süleym el-Hazrecî el-Ensârî, tam bir mücahide kadındı, pek çok savaşta bulunmuş, yaralıları tedavi emiştir, Huneyn Gazvesi’ne ise gebe olduğu halde belinde bir hançerle katılmıştır.

Onun verdiği edeple büyüyen Hz. Berâ, Bedir Savaşı’na katılmak istediğinde henüz on dört yaşında bir gençtir. Gençliği cihadla başlamış, hayatı cihadla geçmiştir. Yaşı küçük olduğundan Resûl-i Ekrem ona izin vermediğinde gözyaşı döküp ağlamıştır. Uhud ve diğer cihad harekâtlarının mücahidleri arasındadır.

Hz. Ömer radiyallahü anh günlerine gelindiğinde öylesine cengâverdir ki Hz. Ömer, Halid b. Velid’e gönderdiği emirde “Bera’yı komutan olarak atama, ondan asker olarak istifade et. Çünkü onun cesareti askere zayiat verebilir.” demek zorunda kalmıştır.

Cesaret timsali Berâ’nın şanı, peygamberlik iddiasındaki sahtekâr Müseylemetü’l-Kezzâb’la yapılan Yemame Savaşı’nda doruğa çıkmış.  

Halid b. Velid, İslam askerlerinin sarsıldığı bir aşamada “Güzel sesinle İslam askerlerine bir konuşma yap! Onların toparlanmasını sağla!” diye talepte bulunur.  Berâ, “Ey Müslümanlar! Bugün artık sizin için Medine diye bir yer yoktur. Yalnızca sizin için Allah ve cennet vardır.” diye seslenir. İslam askerlerinin azmi artar. Ama Berâ, sözle yetinecek değildir. Beni mızraklarınızın ucunda tutuğunuz bir kalkanın üzerine koyun ve Müseyleme’nin kalesi Hadikü’t-Rahman’a (ki Müslümanlar oraya Hadikatü’-l-Mevt demişlerdi) fırlatın, dedi.

Berâ, bu şekilde duvarın ötesine geçip kapıları açtı ve onun için bir tür Bedr’in kazası olan savaş, Müslümanların zaferiyle sonuçlandı. Peygamberlik iddiasındaki sahtekârların dalgasının kırıldığı o günde, kardeşi Enes b. Melik’in verdiği habere göre vücudunda 80’den çok ok ve kılıç yarası vardı.

Şehadet, Hicrî 20’de Sasanîlerin Tüster kenti çevresinde Berâ’ya nasip oldu. Zaferin iyice zorlaştığı bir noktada Müslümanlar Berâ’dan dua dilerler. Berâ, “Ya Rabbi onlara zafer, bana şehadet nasip et!” der. Müslümanlar muzaffer olur, o da şehadete kavuşur.

Hz. Berâ, dilemiş ve kavuşmuştur. Bir de Halid b. Velid radiyallahü anh gibi dileyip de kavuşamayan vardır. Hâlid b. Velid, Hicri 6’dan sonraki neredeyse her cihadda vardır. İslam’a öyle zaferler kazandırmıştır ki Resûl-i Ekrem ona “Seyfullah (Allah’ın kılıcı)” unvanını vermiştir. Hz. Halid, en tehlikeli vazifelere koşar, en azılı düşmanlarla birebir veya askerleriyle birlikte savaşır ama nihayetinde kendi yatağında can verir.

Hz. Berâ ve Hz. Halid… Şehadet mevzusunda iki simge gibi dururlar karşımızda: Şehedati dileyip şehid olan ve şehedati dileyip dileğine kavuşamayan.

Her iki kesim de o günden bugüne Müslümanlar arasında hep var olmuştur. Şehid olanlar kadar, olmayı dileyenler de İslam tarihinde başköşeye yerleşmişlerdir. O başköşeye yerleşenlerden biri 11 Şubat 1118’de ( 17 Şevval 511) dünyaya, bir vali torunu ve genç bir asker evladı olarak dünyaya gelmiştir.

Dünya sefahat içindedir. Kudüs’ün istilası ve istilaya karşı verilen şehidler dahi kendine (nefsine) kapılmış toplumu hizaya getirmemiştir. İçki, fuhuşat, eğlenceler toplumsal yaşamın sıradan vakalarına dönüşmüştür.

Nûreddin, hepsine yüz çevirir ve İslam’ın mukaddesatını Haçlılara karşı korumaya ahd eder. İşe önce kendinden başlar, zühde yönelir, varlık içinde iken ve hatta varlıklı olmaya önem verip hazineyi daima hazırlıklı tutarken çok sık oruç tutup iftarını da basit bir aşla yapar. Dünyayı kâfirlere bırakmaz, avuçlarına alır ve İslam’ın menfaatleri için basamak eder. O basamaklar inşaallah onun için ahirette makam olur.

Lakin onun dileği şehid olmaktır, sürekli şehadetten söz eder ve şehid olmak istediğini söyler. 

Şehid olma dileği, salt istekte de kalmaz. Nûreddin, devrin en iyi atlı askerlerindendir. Tebdil-i kıyafet yaptığında onu devrin belki Şîrkûh gibi kahramanlarından ayıracak kimse yoktur.

Savaşa, yanında iki ok torbası olduğu hâlde katılır ve bizzat savaşırdı: Şehadeti çok istedim, bana nasip olmadı, derdi. Şafiî Fakihi İmam Kutbeddîn en-Nisâbûrî, ona “Kedinle İslam’ı ve Müslümanları tehlikeye atma! Sen, katledilirsen boynuna kılıç değmemiş tek Müslüman ve istila edilmemiş bir Müslüman belde kalmaz!” dedi. Nûreddin Mahmud ona “Hey Kutbeddîn, Mahmud kim ki onun hakkında böyle konuşuyorsun? O İslam beldelerini korumadan kim koruyordu. O Allah ki O’ndan başka ilah bulanmayan ilâh!” diye cevap verdi.

Nûreddin, henüz kırk yaşına henüz ayak bastığı günlerde 1158’de (553) ordusu Cisrü’l-Haşeb çevresinde iken aniden Haçlı saldırısına uğrayıp dağıldı. Etrafında has askerlerinden ve önemli savaşçılarından çok az kişi kaldı. Ama o, büyük bir cesaretle,  inip kendisini ok atışlarıyla savundu, savaşmaya devam etti. Haçlılar, bu cesaret karşısında tuzağa düşürüldüklerini zannedip o yalnız kahraman karşısında dağılıp gittiler Nûreddin, tekrar atına binip karargâhına döndü, ne askerlerinin kendisini övmesine izin verdi ne kendisi onları kınadı. O, tam anlamıyla yaşayan bir şehid idi, vazifesini yaptı.

Rivayete göre Nûreddin, Tel Habiş tepesinde iken bir düşman grubunun kendisine doğru geldiğini gördüğü hâlde kaçmz, kıbleye dönüp “Ey Kulların Rabbi! Ben, zayıf bir kulum. Sen, bana bu idareyi, bu vekâleti verdin, senin ülkeni imar ettim, kullarına öğüt verdim, bana neyi emrettin ise onlara onu emrettim, bana neyi yasakladıysan onlara onu yasakladım, aralarından münkerâtı kaldırdım, senin dinin şiarlarını diyarlarında ihya ettim. Muhakkak ki Müslümanlar yenildiler. Benim gücüm senin dinine ve Peygamberin Muhammed’e düşman olan şu kâfirleri defetmeye yetmez. Ben şu an nefsimden başka kimseye hükmedecek durumda değilim, sen zaferi onlara verirsen senin dinin ve dininin yardımcıları darmadağın olur” diye dua eder, sonra bütün savaşçı kabiliyetiyle onlarla savaşır ve tamamı ondan uzaklaşıncaya kadar onlara karşı mücahede eder.

Şehadete bu kadar yaklaşan Nûreddin, nihayetinde 15 Mayıs 1174’te ( 11 Şevval 569) “hevanik” denen boğaz anjini hastalığıyla, küçük bir odada ruhunu Rahman’a teslim eder.

O hayra niyet edip şehadete talip oldu, Rabbi ona böyle bir netice nasip etti. Ama Müslümanlar, onun talebine hürmeten onun için “Nûreddin eş-Şehid” dediler.

Halefi Selâhaddin, ondan da daha çok savaşlarda bulunmuş, Mısır’a hâkim olduktan vefatına kadar ömrünü cihad meydanlarında geçirmiştir. Cihad için hiçbir engel tanımamıştır. Ne düşmanın çokluğu onu korkutmuş ne vücudunun hastalanıp yaşlanması…

Vücudunda çıbanlar çıktığında, bir süre dinlen, denmiş. Oysa o “Ata binip Allah yolunda yol alınca çıbanlarımın acısın unutuyorum, attan inince acımı hissediyorum” diye cevap vermiştir.

Askerleri savaşta geri çekilmek istediklerinde elinde değnekle onları durdurmuş, ordu yorulup bir süre izin kullanmak istediğinde “Gidip dağılırsak ne zaman toplanıp geri döneceğiz?” diyerek itiraz etmiş ve cihada devam etmiştir. 

Her an şehadetle burun buruna yaşamış lâkin şehadete kavuşmamıştır. 4 Mart 1193’te (27 Safer 589) Dımaşk’ta hastalanıp vefat etti. Son ana kadar namazlarını cemaatle kıldı, dili döndüğü kadar kardeşi ve evlatlarına dünya fetihlerine yöneleceğini söyledi. Tacı yok, tahtı yoktu, defin için bile mal edinmemişti. Yaşayan bir şehid idi, şehid olmak isteyip de şehadete kavuşmayan ve kendisine verilen ömürden her anı Allah yolunda kurban eden bir önderdi.

Müslümanlar, onun kurduğu yapıyla yüzyıllarca muzaffer kaldılar, üstünlüklerini kaybettikleri günden bu yana ise onun çıktığı düzeye çıkmak için uğraşıyorlar.

Şehadetin en mühim yanlarından biri şehidin Müslümanları etkilemesi ve onlara yön vermesiyle yaşamaya devam etmesidir.

Nûreddin ve Selâhaddin de şehid olmamışlardır ama kendilerini Allah’a adayıp eserleri ile aramızda yaşamaya, bize yön vermeye devam etektedirler.

Şehadet adayı için, mühim olan şehidler gibi yaşamayı başarması, kendisini Allah’a adamasıdır. Şehadet, bunun üzerine gelen bir fazilet, bir ödüldür.

Ve son söz: “Ya bütün dünyayı kuşatacak zafer ya da Allah'a sunulacak şehadet.”

Şehid  Seyyid Kutub

 

 

12.  Mü’minlerin Emirinin Katıldığı Fetih: Kudüs’ün Hz. Ömer Tarafından Fethi

Kudüs, Müslümanlar tarafından Mekke’de daha ilk günden biliniyordu. Çünkü Hz. Resûl-i Ekrem salallahü aleyhivesellem, Kudüs’e bakarak namaz kılıyordu.

İsra ve Mirac’la Kudüs, yine Mekke’de bir kez daha gündemin ana maddesi olmuş ve İslam, en temel kaynağı Kur’an-ı Kerim’in diliyle Mescid-i Aksâ’yı “mübarek/mutahhar/tertemiz” ilan etmişti.

Kudüs, Hz. Resûl-i Ekrem’in bütün peygamberlere imamette bulunduğu, dolayısıyla tevhid sancağını hepsinden aynı anda devraldığı mukaddes mekândır.

Kudüs, Hz. Peygamberin Miraca çıktığı mekândır.

Kudüs, her ne kadar Medine günlerinde Müslümanların kıblesi olmaktan çıkmışsa da bizzat Hz. Resûl-i Ekrem’in diliyle, Mescid-i Aksâ’nın yurdu olarak Kâbe-i Muazzama ve Mescid-i Nebevî ile birlikte ziyaret edilecek üç şehirden biri olarak duyurulmuştur.

İnkâr ehli, bilmez; kuşku ehli, anlamaz: Bir mekânın Kâbe-i Muazzama ve Mescid-i Nebevî ile anılması, o mekânın yeryüzündeki mekânlar hiyerarşisinde, yücelik sıralamasında ilk üç sırada yer almasıdır.

Her Müslüman, bunu biliyordu. Ama İslam’da işler hikmet ilendir. Hikmet, işlerin bir sıraya tabi tutulmasını ve zamanı gelince yapılmasını zorunlu kılar.

İslam, işlerin hikmet ile yapılmasını emretmeseydi Hz. Resûl-i Ekrem, Medine-i Münevvere’ye hicret etmez; Mekke’de kalarak mücadele ederdi.

İslam, işlerin hikmet ile yapılmasını emretmeseydi Hz. Resûl-i Ekrem, Medine-i Münevvere’ye hicret ettikten sonra, hiç ara vermeden Mekke-i Mükerreme’ye hücumlar düzenlerdi.

Mekke, zamanı gelince fethedildi. Öyleyse şehirlerin fetih sırası ile yücelikleri arasında bir ilgiden söz edilemez. Hikmet doğrultusunda daha mukaddes bir şehir, daha sonra fethedilebilir. Böyle olmasaydı Hz. Peygamber, Mekke’nin fethinden sonra doğrudan Kudüs’e doğru yola çıkardı.

Bir yere giden yolun açılması, oraya gidişin bir cüzdür. Hz. Peygamber, henüz Mute Savaşı’yla Ashabını Filistin’i çevreleyen topraklara doğru yola çıkarmış, Mekke’nin fethinden sonra ise Tebük Seferi ile bizzat kendisi o yola yönelmiş, ahirete irtihalinden önce çıkardığı son orduyu, Hz. Usame b. Zeyd’in ordusunu da o tarafa doğru yola çıkarmıştır. Dolayısıyla İslam’ın Kudüs’e doğru yolculuğu hep var olmuş, lâkin İslam bu yolculuğu hikmetle ve o topraklarda mümkün oldukça az kan dökerek gerçekleştirerek yapmıştır. Bu da İslam’ın harikulade tutarlılığının bir yansımasıdır.

Hz. Ebû Bekir radiyallahü anh halife olduğunda Medine-i Münevvere, mürtetlerce kuşatılmıştı; şehir içinde de işler henüz yoluna giriyordu. Fakat Hz. Ebû Bekir, bütün itirazlara rağmen Hz. Usame’nin ordusunu yola çıkardı. Mürtetlerin hakkından geldikten sonra ise hiç ara vermeden İslam ordularını Filistin taraflarına yolladı.

İSLAM ORDULARI FİLİSTİN’DE

Hz. Ebû Bekir, mürtetleri ve o günden bugüne bütün İslam düşmanlarını şaşkınlık içinde bırakan bir hızla irtidat vakalarıyla baş etti. Sonra Vakidî’nin güzel anlatımıyla Ashabı, Allah hepsinden razı olsun, Mescid-i Nebevî’de topladı, “Ey insanlar! Allah’ın rahmeti üzerinize olsun!” diye başlayan beliğ hutbesini irad etti.

Allah’ın Resûlü’nün minberindeki o büyük imam ve devlet adamı, gayet açık ifadelerle Resûl-i Ekrem’in bütün düşüncesinin Şam’ın üzerine yürümek olduğunu ama ömrünün buna vefa etmediğini haber verdi. Onlara, Filistin’in de bir parçası olduğu Şam hakkında bilgiler aktardı ve görüşlerini sordu. Bunun üzerine Ashab, “Ey Allah’ın Resûlü’nün halifesi siz emredin, istediğiniz tarafa gitmeye hazırız!” diye itaatini bildirdi.

Hz. Ebû Bekir, vakit kaybetmeden Mekke ve Yemen’e bütün mektuplar yazdı ve onları Filistin’i ellerinde bulunduran Bizansʼla yapılacak cihada çağırdı. Çağrısı çok açıktı: “Sizleri Bilâdüşşâm’a göndermeye karar verdim. Sizden kim Allah’ın yolunda cihad edecek güçte ise bu çağrıya uysun!”

Mektubu Yemen’e götüren Hz. Enes b. Malik, size yemin ederim ki mektubunuzu her kime okuduysam derhâl Allah’ın, Resûlü’nün ve sizi itaatine koşarak cihad için hazırlanmaya başladı, diyerek müjdeyi veriyordu.

Ordular toplanınca Hz. Ebû Bekir, Amr b. Asʼı Kudüs yolunu takip ederek Filistin’e yolladı. Amr, bizzat Filistin’de Bizans’la çarpışacaktı.  Yezîd b. Ebû Süfyân, Dımaşkʼa; Ebû ʿUbeyde Humusʼa ve Şürahbîl b. Hasene de Ürdünʼe yollandı.

Hz. Ebû Bekir, onları insanlığın en çetin faaliyeti savaşa gönderirken onlara en insanî tavsiyelerde bulunuyordu:

-Yürürken kendini yorma, arkadaşlarını da yorma! Kavmine, maiyetine öfkelenme, onlara danış. Adaleti gözetle. Zulümden, cefadan uzak dur. Zira zulmedenler kurtuluş bulmaz.

-Düşmanı yenerseniz yaşlı, kadın ve çocukları öldürmeyiniz. Hayvanları yemek ihtiyacı dışında kesmeyiniz. Söz ve sadakat gösterin, ahdi bozmayınız. Mabetlere ve rahiplere dokunmayın…

Hz. Ebû Bekir, dünya tarihinin en büyük devlet adamlarından biridir; onun komutasındaki ordular da dünyanın en muzaffer ordularından kabul edilir.

Ridde savaşlarından sonra yaklaşık yirmi iki ay gibi bir sürede Sasanilere karşı cephede de büyük zaferler elde edilirken İslam’ın büyük komutanları hepsi Filistin’deydi. Hz. Ebû Bekir, Sâsânîcephesinde bulunan Hz. Halid b. Velid ve İyaz b. Ganm gibi şanlı iki komutanı daha Filistin’e yolladı. Böylece cephe daha da güçlendi.

Bizans da Kudüs’ün düşmesine yol açacak bir savaşta kaybeden taraf olmamak için bütün gücüyle savaşa yüklendi. Herakleios, Humus’a kadar gelmiş, kardeşini ve ünlü komutanlarını Müslümanlara karşı seferber etmişti. Bölgeyi iyi tanıyordu ve henüz birkaç yıl önce Sâsânîordularını burada yenmişti.

İslam ordusunun komutası, Hâlid b. Velîd’de idi. Seyfullah Hz. Halid, İslâm ordusunun merkez kuvvetlerine Ebû Ubeyde’yi, sağ kanada Muâz b. Cebel’i, sol kanada Saîd b. Âmir’i, süvari kuvvetlerine de Saîd b. Zeyd’i kumandan tayin etti.

Bu şekilde düzenini alan İslam ordusu ile Bizans ordusu, 18 Safer 13 / 23 Nisan 634’te Kudüs’ün hemen batısında Remle ile Beytülcibrîn arasında Ecnadeyn denen yerde karşılaştı ve İslam ordusu, en az 80 bin kişiden oluşan o günün dünyasının en güçlü ve en disiplinli ordusunu darmadağın etti. Herakleios, korku içinde Antakya’ya kaçtı.

Dünyanın tarihinin en önemli savaşlarından kabul edilen Ecnadeyn Savaşı ile Kudüs’ün kapısı açıldı. Ama Ashab, hikmet ile hareket ettiğinden acele etmedi.

Kudüs’ün yolunu açan ikinci hamle Yermûk Savaşı’dır. 15/636’da yine Bizans’a karşı kazanılan Yermük Savaşı’nda ordu komutanı Hz. Halid idi. Ashab, hâlâ Hz. Ebû Bekir’in halife olduğunu zannediyor, onun manevi imametinde cihadı sürdürüyordu.

Ecnadeyn gibi tarihi bir savaşı dahi gölgede bırakan Yermûk Zaferi ile Herakleios, bu kez “Elveda Suriye!” diyerek Şam çevresini tamamen terk etti, Anadolu dağlarına çekildi. Hz. İyaz, kaçan Bizans ordusunu Malatya’ya kadar kovalarken Ashab, Şam’ın yanında Antakya ve Güneydoğu Anadolu’nun bir kısmını da ele geçirdi. Böylece Bizans’ın Kudüs’e yönelik hamlelerinin yolu tamamen kesildi.

Zaferden sonra Hz. Ebû Bekir’in vefat ettiği, Hz. Ömer’in halife olduğu ilan edilirken Hz. Halid’in yerine de Hz. Ebû Ubeyde, Şam orduları genel komutanı olarak atanmıştı.

Kudüs, bir ada gibi ortada kalmış ama Mısır hâlâ Bizans’ın elindeydi; Kudüs’teki pek çok patrik de Mısır’a kaçmıştı. Hz. Ebû Ubeyde, Ashabla istişarede bulunarak “Ne yapalım? Nereye gidelim?” diye sordu. Ashab “Sen, o emin adamsın, hangi yöne yürürsen biz ancak seninle beraber oluruz” diye buyurdular. Konu müzakere edilirken orada hazır bulunan Hz. Muaz b. Cebel, Hz. Ömer’le istişare edilmesini buyurdu. Komuta heyetinin görüşü de o yönde oluşunca Hz. Ömer’e mektup gönderilerek görüşü soruldu.

Şam ile Medine arasında bugünkü karayolları üzerinden 1267 kilometre mesafe var. Ashab, neden bunca yola rağmen Hz. Ömer’in görüşünü sorma ihtiyacı duymuştu?

Çünkü;

Kudüs, bölgedeki herhangi bir şehir değildi.

-Kudüs, Yahudilik ve Hıristiyanlıkta en mukaddes şehir olarak biliniyordu.

-Yüzyıllar boyu, Yahudiler ve Rumlar; Yahudiler ve Sâsânîler; Sâsânîler ve Bizans arasındaki çekişmeye konu olmuştu. Bu çekişmelerle Yahudiler, Kudüs’ten uzaklaşmışken Kudüs, Hıristiyanlığın en mukaddes şehri olarak değer görüyordu.

-Sâsânîler de Bizans’ı ezmek, ona karşı üstünlük taslamak için Kudüs’ün üzerine varıyorlardı. Bu bağlamda, 614’te Sâsânîler tarafından işgal edilmiş ve bizzat Herakleios, şehri 629’da Sâsânîlerden kurtarmıştı.

Dolayısıyla şehir, Hıristiyanlık, Bizans ve bizzat Herakleios için bir prestij konusuydu. Hikmetten uzak erken bir tutum, ihtilaf hâlindeki Hıristiyanlığı birleştirebilir, birlikte harekete geçirebilirdi. Halbuki, Ashab, hedeflerine doğru ilerlerken düşmanı en az şekilde tahrik ederek hareket ediyor, fetihlerini en az insan kaybıyla gerçekleştirmek istiyordu.

Ebû Ubeyde’nin elçisi Hz. Ömer’e ulaştığında Hz. Ömer de bu hassas meseleyi Medine’deki devlet yüksek istişare heyetiyle görüşme gereği duydu. Yapılan istişarede Hz. Ali gibi büyükler Kudüs’e doğru yol almanın ehemmiyetinden söz ettiler ve görüşlerini Hz. Resûl-i Ekrem’in Kudüs’le ilgili hadis-i şeriflerine dayandırdılar.

Sâsânî Cephesi çok kritik bir noktada olmasına rağmen Hz. Ömer, İslam ordularına Kudüs fethi için harekete geçme emri verdi.

Bunun üzerine Ebû Ubeyde, Şam cephesindeki yedi büyük komutanı Kudüs için seferber etti: Halid b. Velid, Yezid b. Ebû Süfyan, Şurahbil b. Hasane, Mirkâl b. Hişam, Musîb b. Neciye, Kays b. Hubeyre, Urvet b. Muhelhel.

Ebû Ubeyde, komutanlarına Kudüs’e vardığınızda yüksek sesle tekbir ve tehlil getirin, Hz. Resûl-i Ekrem ve diğer enbiya hürmeti için Allah’tan yardım ve zafer talep edin diye emretti.

Her bir komutan, bir gün arayla bir askeri birlikle Kudüs’e doğru yola çıktı ve ardından bizzat kendisi de Kudüs çevresine gitti.

Kudüs’e varan her grup tekbir ve tehlillerle Kudüs semalarını inletti. Ebû Ubeyde, oraya vardığında sağında Hz. Halid, solunda Hz. Abdurrahman b. Ebû Bekir olduğu hâlde Kudüs surlarının üzerine çıkan Kudüs patriği ile görüştü.

Ebû Ubeyde, tercüman aracılığıyla onlara “Burası şerefli bir beldedir. Peygamberimiz buraya İsra’da bulunarak Mirac’a çıkmış, kābe kavseyn ölçüsünce (iki yay ucu aralığı kadar) Rabbine yaklaşmıştır. Burası nebilerin yurdu ve mezarlarının bulunduğu yerdir. Biz, buraya sizden daha layıkız” dedi. Onlardan, İslam’ı seçme, cizye vermeye razı olma veya savaş yollarından birini tercih etmelerin istedi. Ancak kuşatma dört ay sürmesine rağmen Rumlar teslim olmadılar. Mevsim kıştı ve o yıl kış çok şiddetli geçmesine rağmen Ashab, Kudüs çevresini terk etmedi.

Nihayetinde Kudüs patriği (Sophronios) kitaplarından aldıkları işaretle şehri ancak Hz. Ömer’e teslim edebileceklerini söyledi.

Ashab, bazı savaş yöntemleri ile onları bu istekten vazgeçirmeye çalıştıysa da ısrar ettiler. Bunun üzerine Medine’ye mektup gönderilip durum Hz. Ömer’e haber verildi.

Hz. Ömer, sabah namazı sonrası Ashabla istişare etti. Hz. Osman ve Hz. Ali, gitmesi yönünde görüş beyan ettiler. Kudüs konusunda cephedeki komuta heyeti ve mücahidler ile Medine-i Münevvere’deki devlet yüksek istişare heyeti ve sair mü’minler arasında mutlak bir görüş birliği vardı. Bunun üzerine, Emirü’l-Mü’minin, ilk kez bir fetih için Medine’den ayrıldı.

Medine ile Kudüs arasında bugünkü tespitlerle tam 1198,2 km. mesafe var. Hz. Ömer, üşenmedi, Ashab da onu bu yolculuktan alıkoymadı. Büyük İslam Halifesi, kırmızı devesine bindi, heybesinin bir tarafına hurma, diğer tarafına sevuk denen helvayı koydu, önüne de su kabını aldı ve yola çıktı. Hz. Zubeyr b. Avvâm gibi büyükler Yermük’ten henüz dönüp yorgun oldukları hâlde onlar da ona katıldılar.

Hz. Ömer, Kudüs’e yaklaştığında ona beyaz bir giysi giyip ata binmesini söylediler ama reddetti ve o hâl üzere büyük bir tevazuyla Kudüs’e yaklaştı.

Kudüs’ü kuşatan İslam ordusunun içinde Hz. Bilal de vardı. Hz. Ömer, ona “Ey Bilal, bizim için ezan oku!” dedi. Hz. Bilal, Kudüs semalarında “Allahü Ekber” dediğinde Ashab, Resûl-i Ekrem günlerini hatırlayıp hüngür hüngür ağladı.

Hz. Ömer, bütün ordunun yekvücut tekbir ve tehlilleriyle şehre yaklaştı, henüz devenin sırtında iken şükür secdesi yaptı ve kaynaklarda yazılı bir ahitnâme ile sulh içinde, Hicri 17, Miladi 638’de Kudüs’ü teslim aldı. Şehre girdikten sonra bir daha şükür secdesinde bulundu.

Hz. Ömer, şehirde beş gün konakladı, bu süre içinde Mescid-i Aksâ’nın yerini tespit etti ve üç bin kişinin namaz kılabileceği bu sahayı tahta çitlerle çevreledi, kendisinden sonra da onun yanı başına Hz. Ömer Camisi olarak bilinen bugünkü Yeşil Kubbe inşa edildi.

 

Kudüs’ün fethi İslam Halifesinin bu devirde katıldığı tek fetihtir. Onun dışında Halife, İran’ın hazinelerinin bulunduğu şehirler dahil, hiçbir şehrin kapısına gitmemiş, hiçbir şehri teslim almak için Medine’den ayrılmamıştır.

Hz. Ömer’e dayandırılan ve Hz. Ömer Ahitnamesi olarak bilinen Kudüs Ahitnamesi’ne göre Yahudilerin şehre girişi yasaklanmıştır. Aksi yönde bir delil olmadığından bu ahitnameyi sahih kabul etmek gerekir.

Bununla beraber Müslümanlar, o günden 1967’de Siyonistler tarafından istila edilinceye kadar Yahudileri Kudüs’ten tamamen alıkoymamışlar. Ancak onların şehirde bir nüfus yoğunluğu oluşturmaması için de hep tedbirli davranmışlardır.

Kanaatimce Kudüs’ün fethinin en nadide niteliklerinden biri, hayatta olan neredeyse bütün Ashab’ın doğrudan veya dolaylı katılımıyla gerçekleşmiş olması, ümmetin Kudüs’ün fethi noktasında ittifak hâlinde olmasıdır.

 

-Son-

Elhamdülillâh…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BİR CEVAP YAZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Doldurulması zorunlu alanlar işaretlendi *