Siyasette Alternatif Olmak
Siyasette Alternatif Olmak-1
Alternatif olmak, var olanlardan farklı olmayı, onların doğrularını sürdürmeyi, yanlışlarına karşı çıkmayı, sahip çıkmadıkları doğrulara sahip çıkmayı, görmezlikten geldikleri yanlışlara tepki göstermeyi onların engel oldukları dünya ve ahiret saadetlerini topluma vadetmeyi ve bu vaadi yerine getirmek için çalışmayı ifade eder.
26.01.2013 13:58:00
Siyasette başarı, yeni bir siyasi kuruma duyulan ihtiyacı kendine ve çevreye inandırmakla mümkündür.
Arz-talep ilişkisi doğrultusunda, siyasette talep varsa arz söz konusudur. Talebin çokluğu azlıkla ilgilidir. Azlık, yegâneliğe(biricikliğe) dönüşmüşse talep, bir ilgide yarışa, iştiyaka dönüşür.
Batılı değerler üzerinden ‘benzer’ görünmenin bir modaya dönüştüğü, modaya uymanın uluslararası güçler ve medya baskısıyla geçmişte geleneğe uymaktan bile daha zorunlu hale getirildiği bir dönemde siyasette bir kimlik sahibi olmak, benzersizliğini, biricikliğini hissetmek ve hissettirmek, kurumsal bir siyasi güç olmanın ilk gerekliliğidir.
Siyasette yeni bir oluşum, bir ihtiyacın ürünüdür. Bu ihtiyacı kendine hissettirmek; her dönem yalnız bırakılmış, kimsesizliğe terk edilmiş, sesi bastırılmış, görüntüsü çarpıtılmış, talepleriyle alay edilmiş, acılarından keyif alınmış, başarısı kıskançlık içinde örtbas edilmiş, başkalarının hanesine yazılmış, kardeşlerine verdiği destek karşılıksız bırakılmış bir camia için sağlıklı bir tefekkür söz konusu olduğunda zor olmasa gerek ancak bu yeterli değildir.
Siyasi bir kurumun, çevrenin ihtiyaçlarına yönelik bir siyasi yaklaşımı ve siyasi çözümleri vardır. Siyasi bir kurum, kendisine duyulan ihtiyacı, dolayısıyla siyasi yapılar içindeki biricikliğini, benzersizliğini, kendisini başkalarından ayıran ve kendisi yapan kimliğini çevreye de anlatmak, çevreye de hissettirmek, çevreye de düşündürmek durumundadır.
Kendini Tanıtma Sanatı
Siyasi bir kurum olarak niye varız? Ayırt edici özelliklerimiz nelerdir?
Bizi tanımak isteyen neyle tanır? Tanımak, bir kurumun başka kurumlardan ayıran özellikleri görmektir. Bizi tanımak isteyen, hangi özelliklerimizi görmeli, hangi özelliğimiz onun hafızasında iz bırakmalı? Hangi özelliğimiz, onun bize gelmesini ve bizde kalmasını sağlamalı?
Ayırt edici çok sayıda özelliğe sahip olmak, çevre tarafından hemen ayırt edilmek anlamına gelmez. Ayırt edici özelliklerin varlığı ile bilinirliği ilk anda asla orantılı değildir. Çok sayıda ayırt edici özelliğe sahip olup da hiç bilinmemek, az bilinmek, başkalarıyla karıştırılmak, başkalarının yanlışı içinde görünmek mümkündür.
Ayırt edici özelliklerle ayırt edici özelliklerin bilinirliği arasındaki ilişkide dilenen düzeye ulaşmak, ancak kendini tanıma ve tanıtmak girişimiyle mümkündür.
Bilindiği üzere, siyasi bir gayret içinde yer almak için iki koşul vardır:
Bir: Var olmak
İki: Var olduğunun farkında olmak
Siyasi bir gayreti canlı tutmanın ise üç koşulu vardır;
Bir: Var olmak
İki: Var olduğunun farkında olmak
Üç. Varlığını korumak ve geliştirmek gerektiğine inanmak
Siyasi bir gayreti çevreye yaymanın da dört koşulu vardır;
Bir: Var olmak
İki: Var olduğunun farkında olmak
Üç: Varlığını korumak ve geliştirmek gerektiğine inanmak
Dört: Çevreyi varlığının farkına vardırmak, onu kendine inandırmak (varlığına duyulan ihtiyacı ona hissettirmek, ona kendi gibi düşündürmek, kendi sloganını onun sloganı yapmak kendi davranışını onun davranışı haline getirmek)
Bunu özetle (Kendini) BİLMEK-BİLDİRMEK-KAVRATMAK-İNANDIRMAK-DAVRANIŞTA GÖRMEK şeklinde ifade edebiliriz.
AYIRT ETMEYE ZITLARDAN BAŞLAMAK
Sokaktaki insan, zıtları ayırır, benzerleri karıştırır. Benzerlerin niye bir olmadığını anlamakta güçlük çeker. Büyük sorunlar karşısında benzer düşünmenin, pratikte benzemek anlamına gelmeyeceğini, benzer görünenlerin değişik etkenlerde, hayati meselelerle ilgili dahi birbirine tam zıt çözümler önerebileceğini düşünmez.
Zıtları birbirinden ayırabilmek ve ayırt ettirebilmek marifet değildir. Marifet, benzerleri birbirinden ayırmak ve ayırt ettirebilmektir.
Ancak, siyasi bir kurum kendini ne kadar en dışarıda görürse görsün toplum nezdinde siyasi hayat küme küme görünür. Zıtları birbirinden ayırmanın ve ayırt ettirmenin marifet olmayışı, bu yönde bir çaba içinde olmak gerekmediği anlamına gelmez.
Aksine buradan başlamayan bir kendini tanıma ve tanıtma işlemi, kaynağı bilinmeyen bir su gibi kuşku üretir; köksüz bir ağaç gibi meyvesizdir, serinlik yayan bir gölgeden yoksundur.
Zıtlarla aradaki farkı karmaşık düşüncelerden basit sözlere dökmek, bu basit sözleri büyük düşünceleri basitleştirmeden kurabilmek, sözü basitleştirdikçe düşünceyi keskinleştirmek bir sanattır.
Zıtlarla aradaki farkın anlatımı, Baki’nin şiiri gibi değil; Yunus Emre’nin, Pir Sultan Abdal’ın şiiri gibi olmalı. Mele Cezeri’nin şiiri gibi değil, Mele Ali’yê Findiki’nin ya da Kelhaamed’in 15. Saysındaki (son sayı) mele Yakup El Hezani’nin şiiri gibi olmalı.
Buna düşünceyi sloganlaştırma becerisi de denir. Kendi sloganını halkın diline koymak, siyasi tanıtım başarısının önemli bir aşamasıdır; belki, tanıtımda en önemli hedef olan siyasi desteği kazanmak, bu aşamanın sadece bir üst basamağıdır. Bugün sloganınızı dillendiren, yarın yanınızdadır.
Sloganınızı dillendiren kişi, bunu bir mizah malzemesi olarak dahi kullanıyorsa onun üzerine düşünen ve onu farkında olmadan topluma yayan, dolayısıyla sizin adınıza tanıtım yapan, sizi toplum gündeminde tutan kişidir. Bu tür kişiler çoğaldıkça siyasi destek kazanmaya giden yol açılır. (Ulusalcı yapılanmaların yarı deli kişileri kendi hoparlörleri haline getirmelerindeki başarı, onların çürük ideolojilerini reklam edebilme başarısının en güçlü kanıtıdır.)
Biriciklik, inançta olur, inancı ifade ediş tarzında olur, inancı yaşayış biçiminde olur.
Zıtlarla aradaki fark, inançla ilgilidir; dolayısıyla en temel meselelerle ilgilidir.
İnancı, ifade ediş tarzı ve yaşayış biçimi ise benzerlerle ilgilidir. Siyasi kurum için, bu iki unsur hangi önemde olursa olsun, çevre için bunlar detay konulardır.
Her kurumun bur stratejisi vardır. Bu strateji misyon, vizyon, taktik, imaj, kimlik gibi kavramları içerir.
Misyon, en büyük ve en uzak hedeftir, en zıtla aradaki farktır. Örneğin, din yeryüzünde Allah’ın oluncaya kadar mücadele etmek hakkıyla inanmış bir insanın misyonudur; hakikatte onun en büyük, gerçekte (ulaşma açısından) en uzak hedefidir.
Bir hedefin büyük olması, kitlelerin onu anlamasına; uzak olması da ona inanmasına engel değildir. Aksine belki de insanın fıtri bir özelliği olarak dünyanın bütün toplumları, büyük ve uzak hedeflere sahip olmak isterler. (Hedef, büyük oldukça, zıtlara karşı güç verir; uzak oldukça da benzerleri daha çok kapsar, daha çok birleştirir.)
Esrarengiz (maceravari) bir hedef, kitlelerin onun içinde kendilerine yer bulmalarını onun büyüklüğüne sahiplenerek kendilerini değerli görmelerini, dolayısıyla onun için gösterilen gayrete katılmalarını sağlar. Örneğin, belki tarihte hiçbir zaman Türkler aynı devlet çatısı altında toplanmamıştır. Ama bu Türk milliyetçilerinin büyük bir hayalidir ve Anadolu’da önemli bir kitle bu hayali benimseyerek milliyetçi partilere destek verir.
Misyonum (en büyük gayem) nedir? Sorusuna cevap vermeyen kendini tanımamıştır. Misyonunu anlatmayan, zıtlarından bile ayrıt edilemeyebilir. Zıtlara karşı karmaşık düşüncelere ifade etmek (söz konusu olan kitleler ise) çoğu zaman gereksizdir. O karmaşık düşüncelerin birkaç kelimelik cümlelere dönüşen slogan hali çok daha vurucu çok daha etilidir.
Örneğin, bir konferansta veya daha dar bir ortamda İslami bir yapılanmayla ateist bir yapılanma arasındaki farkı felsefi olarak anlatmak gerekli olabilir. Ancak kitleler karşısında “Yaradan’a inanmayan, yaratılanı kurtaramaz” ,“İmansıza inanmayız”, “memleket imansıza emanet edilmez” diye bağırmak o konferanstan çok daha etkilidir. Bir dönem, bir otomobilin arka camına yapıştırılan “Hâkimiyet Allah’ındır ayet mealinin halka anlattığını kaç konferans anlatabildi.
Bu günün dünyasında sloganı olmayan düşüncelerin slogana dönüştüremeyen bir siyasi kurum yoktur.
Vizyon, misyona (en büyük gaye) ulaşmak için oluşturulan yakın hedeflerden bu hedeflerin yer ve zaman içinde ifade edilen programlardan oluşur. Misyon geneldir, vizyon ise misyonunu araçlarından oluşur. Örneğin din eğitimini güçlendirmek bir vizyondur. Din yeryüzünde Allah’ın oluncaya kadar gösterilen çabanın bir parçasıdır, bir programıdır.
İnsanları dünya ve ahirette mutluluğa, iyiliğe ulaştırmak bir misyondur. Toplumları ekonomik refaha kavuşturmak işi bir vizyondur.
Vizyon, misyonun görünür halidir. Misyondaki samimiyetin ispatıdır. Benzerlerden ayırt edici özellikler, vizyonda kendini gösterir. Kim misyona daha uygun bir vizyon oluşturursa halk benzerler arasında onu daha samimi daha inandırıcı bulur. Toplumun bir kesimi, misyondan öte vizyona, yakında gerçekleştirilecek programlara bakar, en büyük gaye doğrultusunda program oluşturmak, yapılan programı kavramak ve topluma kavratmak, kendini tanıma ve tanıtmanın vazgeçilmez bir yönüdür.
Taktik, güncel ve değişebilir programlardır. Bir kurumun en alt ve çevre koşullarına (dolayısıyla değişime) en açık davranışlarını kapsar.
Söz konusu olan İslam olunca misyonu (en büyük gayesi) “taktik” olan münafıktır.
Vizyonu “taktik” olan ya üç gün sonrasını görmeyecek kadar ferasetsiz ya da yalancıdır.
Taktik, ancak siyasi bir kurumun günlük ilişkilerinde yer tutabilir. Siyasi bir kurum, güncel bir konu ile ilgili dün “evet dediği bir hususu bu gün koşulların değişmesiyle “hayır” diyebilir. Burada “taktik”, toplumun anladığı anlamdaki “aldatma” değildir. Değişebilir davranışlardır. Misyon değişmez, vizyon ancak süreç içinde değişebilir. (Örneğin dün ağır sanayi hamlesinden söz edenler, bu gün ondan söz ederlerse gülünç duruma düşerler.) taktik ise her an, farklı olabilir. Bu sabah, başka bir siyasi yapıyla görüşmeyi onaylayan bir yapı bu akşam, koşulların değişmesiyle ondan kaçınabilir. Bu, bir aldatma değil, sabahki koşullarla akşamki koşulların farkından kaynaklanan zorunlu bir durumdur. Yine de değişeni çok olan bir yapı, misyonuna zarar verir; vizyonu inandırıcılığını kaybeder.
İmaj misyon ve vizyonun hem kendinde hem toplumda oluşturduğu kanattır. Düzgün bir imaja sahip olmak hedeflerine inanmaya, hedeflerinin yakın bir dönemde gerçekleştirebilir olanlarını gerçekleştirmeye, hedefleri ile toplumun ihtiyaçları arasında bir uyum oluşturarak varlığına toplum nezdinde meşrutiyet kazandırmaya bağlıdır. Kimlik bunların hepsinden oluşan biriciklik halidir. Cebimizdeki kimlik, bizi nasıl başkalarından ayırt ediyorsa kumu kimliği de kurumun başkalarından farkını gösterir. Kurumun bilinmesini ve hatırlanmasını sağlar. Stratejisi, misyonu,vizyonu, taktikleri, imajı başkasından farklı olmayan kitleler nezdinde kimlik sahibi sayılmaz.
Misyonum (en büyük gayem) nedir? Sorusuna cevap veremeyen kendini tanımamıştır.
Misyonum (en büyük ve en uzak hedefini) anlatmaktan korkan vizyonunu anlatamaz, kendisiyle ilgili düzgün bir imaj oluşturamaz. Kendi kurumunun biricikliğini topluma gösteremez. En budala utangaçlar, misyonlarını ifada etmekten utanan utangaçlardır. En korkak yapılar, misyonlarını gizleyen yapılardır. Bütün insanların cennete gireceği bir dünya kurmaya çalışmak mü’min misyonudur. Mü’min, “İslam olun cennete girin” diye bağırmaktan korkmaz, utanmaz, “Bizim inandığımıza inanın dünya ve ahirette saadette olursunuz demekten çekinmez.
Siyasette alternatif olmak -2
SİYASET KURUMLARLA YAPILIR
Toplum mutsuz… Maddi bir yokluk içinde olsa da olmasa da durumundan memnun değil. Değişime ihtiyacı olduğunu hissediyor. Bu his, onda bir eksiklik düşüncesi oluşturuyor. Ama onu tarif edemiyor. Bir boşluk yaşıyor. Bu, toplumla manevi değerlerin arasındaki bağın zayıfladığı dönemlerin ortak insan hâlidir. Mutsuz olmak ama niye mutsuz olduğunu bilmemek… Bir eksiklik hissetmek ama onu tarif edememek… Aile içi cinayetlere, intiharlara tanıklık etmek ama onun gerçek nedenine bir türlü ulaşamamak … Bilmemenin, tarif edememenin, inandırıcı nedenlere ulaşamamanın yol açtığı bir boşluk içine girmek…
Bu istenmeyen hâl, adeta “cebri” bir biçim almış. Toplum bu ruhsal hâl içinde cebre inanmış. Cebrilik, bir tarih kesitini yaşamanın kaçınılmaz bir zorunluluk olduğuna inanmaktır. Kitleler, “Ne yaparsanız yapın bu hâl değişmez”, “Böyle gelmiş böyle gideriz”, “kim bizi değiştirebilir ki”, “Biri gider, biri gelir; değirmen alıştığı gibi döner” diyerek değişim taleplerine itiraz ediyor veya değişim çağrısına duyarsız kalarak değişim umutlarını kırıyor.
Bu, yapay tarih akışına kör bir teslimiyettir, bir iradesizlik hâlidir; gayri insanî bir hâldir.
Alternatif olmak, farklı olmaktır. Farklı olmak, toplumsal ruha işleyen bu cebrilik inancını yıkmaktır.
Farklı olmak topluma girdiği koridorda yol almak zorunda olmadığını inandırmaktır.
Farklı olmak, topluma irade sahibi olduğunu ve dilerse durumunu değiştirebilceğini kabul ettirmektir.
Farklı olmak, Islam`ın ana kaynakları Kur`an-ı Kerim ve Hz. Resulullah`ın sünnetinden yola çıkarak toplumu farklı bir gelecek için çalışmaya ikna etmektir. Burada güç kaynağı misyondur; en büyük gayedir, o büyük gayenin cezbediciliğidir.
Farklı olmak, toplumun önüne inandırıcı bir değişim programı koymaktır. Burada ikna kaynağı vizyondur; en büyük gaye doğrultusunda oluşturulmuş sosyal, kültürel, ekonomik, siyasi hedeflerdir.
İslam olmak, değişim için en büyük imkândır. İslam güçlüdür. İslam`ın her dönem toplumları değiştirme kabiliyeti vardır. Misyonu Islamî olan, güçlü olmaya peşinen adaydır.
Burada üç nokta önemli:
1. İslam`da samimi olmak, bu güçlü misyonda samimiyetini ispatlamak
2. İslam`ın talebi doğrultusunda günün gerçeklerine uygun programlar yapmak (uygun bir vizyon ortaya koymak)
3. Bu programları tanıtmak ve yürütmek için kurumlaşmak.
KURUMLAŞMA ZORUNLUDUR
Sosyal (tabii) kurumların keşfedildiği ve üretilmiş kurumlarla bu tabii kurumların yönlendirilmeye çalışıldığı bir çağda yaşıyoruz.
Hayat, baştan başa kurumlardan ibarettir. Bu kurumların bir kısmı (din gibi, aile gibi) tabiidir, fıtridir, insanın sosyal bir varlık olmasının tabii bir gerekliliğidir. Bir kısmı ise devlet, ordu, parti, dermek gibi yapaydır; insan girişimlerinin birer üretimidir.
Modern dünyada üretilmiş kurumlar, toplumun tabii kurumlarına karşı savaş veriyor. Toplumdaki mutsuzluğun kaynağında bu savaş vardır. Toplumsal mutluluğa ulaşmak; bu savaşa son vererek, üretilmiş kurumlarla tabii kurumlar arasında bir uyum oluşturmak, tabii kurumları, üretilmiş kurumlarla desteklemek, üretilmiş kurumları tabii kurumların hizmetine vermekle mümükündür.
Din, bütün insanî değerlerin, üstünlüklerin, hukukun, adaletin temelini oluşturan en büyük tabii kurum, en büyük toplumsal varlıktır.
Mutsuzluk, insan eliyle üretilen kurumların (organizasyonların, teşkilatların) dinle çatışmasından kaynaklanıyor. Bu, toplumsal bir ikilik doğuruyor, bunalıma yol acıyor.
Mutluluğa giden yol, insan eliyle üretilen kurumları İslam`ın hizmetine vermekten, böylece depresyona yol açan ikili yapıyı, çatışmayı ortadan kaldırmaktan geçiyor.
Toplumla din arasındaki bağ zayıflamış, bunun nedeni, İslam`ın zayıf olması, çağın ihtiyaçlarını karşılamaması değil; bilgi eksikliğinin, şuur eksikliğinin zayıflatması, kurum eksikliğinin o bağı korumasız bırakması, etkinlik (faaliyet) eksikliğinin o bağı unutturup etkisizleştirmesidir.
İslam, değer kaynağıdır. Değerleri canlandırmanın, tahrip olan toplumsal inancı yeniden inşa etmenin yolu şudur:
1. Toplumu değerler konusunda bilgilendirmek
2. Bu bilgileri, anlaşılır bir dil ve iletişimi sağlayan teknik araçlarla çokça tekrarlayarak toplumu onlar üzerinde düşündürmek, böylece bilgiyi şuura dönüştürmek.
3. Değerleri yaşamak, değerlere hayat içinde işlerlik kazandırmak (konuşmasına selamla, Bismillahla başlamaktan çekinen birinin İslam`ın bu şiarlarını canlandırma isteğinde başarılı olması düşünülebilir mi?)
4. Değerleri yaşatacak kurumlar oluşturmak
5. Bu kurumların faaliyeteleriyle toplumsal hafızayı değerler konusunda sürekli canlı tutmak
Görüldüğü üzere alternatif olmak için gelip dayanılan yer kurumdur, kurumdur, kurum…
Her adımı kurumlaşmış bir hayat tarzına karşı kurumsuz bir direniş göstermek, Batılı bir tasvirle Don Kişot`luktur; cahillik değilse modern bir kültür serseriliğidir. 19. Yüzyıl sonu Batı`sının ve 20. Yüzyılın başı Türkiye`sinin kimi bohem şairlerine özgü bir serserilik…
Serserilerin sözüne katlanmak, onlara karşı toplumsal bir lütfudur. Onların sözünü ciddiye almak ise toplumsal bir felaket… Köprü altlarında, otel odalarında fikir serseriliği içinde ölüp giden o bilgi küpü tiplerin İslamî versiyonlarının söylediklerini “söz” diye kabul etmek için hiçbir neden yoktur. Nihayet, kendilerinden bazıları da veya onları değerlendiren nice eleştirmen de onların bazen şiir, bazen nesir olarak yazdıklarını bilinçaltından gelen bir tür “saçmalama” olarak kabul etmiştir.
Kurumlaşmaya karşı çıkmak, anarşizmdir. Yukarıda sözü edilen fikir serseriliğinin eylem biçimi olan anarşizm, yıkıcılık akımıdır; toplumu ve bireyleri birbirine bağlayan her şeye karşı çıkma saplantısıdır. Müslüman, sosyalist veya kapitalist olamayacağı gibi anarşist de olamaz.
KURUMLAŞMAK AİTLİK DUYGUSUYLA BAŞLAR
Modern dünyada kurumlaşmak, devlet ve ticarette Batı`da Max Weber`in esaslarını belirlediği ve Japon şirketleri yönetim biçimiyle yenilenen bir organizasyon ise de toplumsal açıdan Şeyh Halid-i Bağdadi ve benzeri İslam mutasavvuflarının yaptıklarının hayatı geneline uyarlanmasıdır.
Şeyh Halid`in bir tabisi, her nerede olursa olsun,
1. Kendisini Şeyh Halid`in oluşturduğu yapıya ait hisseder.
2. Bulunduğu yerde o yapıya benzer bir yapı oluşturmak için harekete geçmeyi vecibe bilir.
3. Bulunduğu yerin toplumsal koşullarını dikkate almakla birlikte yeni bir şey icat etmeye kalkışmaz, ait olduğu ana yapıyı inanç, hedef, söz, davranış, giyim, fiziki mekân (bina ve müştemilatı) hatta yemek bakımından kendi ortamına taşırdı.
Böylece inanç (akide) birliği, hedef birliği, söz birliği, davranış birliği, giyim birliği, fiziki mekân birliği, yemek yiyiş tarzı birliği üzerinden o yerde bir hayat disiplini oluşur, ait olduğu asıl hayat disiplininin bir şubesi olurdu.
Bu, bütün tasavuf yapılarının kurumlaşma biçimidir. Şirket, dernek, siyasi partiler gibi modern Batı kurumlaşması pek çok yönüyle bu yapıların kurumlaşma biçiminin ticaret ve siyaset hayatına uyarlanmasından ibarettir. (1)
Kurumlaşmak, bir yapıya ait olduğunu hissetmektir. Bulunulan yerde o yapının bulunmamasını bir eksiklik olarak görmek ve o eksikliği gidermek için harekete geçmektir.
Kurumlaşmak, bir yapıya ait olduğunu hissetmektir. Bulunulan yerde o yapının bulunmamasını bir eksiklik olarak görmek ve o eksikliği gidermek için harekete geçmektir. Kurumlaşmak bir ana gaye ve bir program etrafında kenetlenmektir.
Kurumlaşmak o ana gayeye ulaşmak için oluşturulan programı gerçekleştirmek için sosyal etkinliklerde bulunmaktır.
Kurumlaşmak, bir oto kontrole ulaşmaktır. Kendisinden başka kimse yoksa bile kişinin kendiliğinden harekete geçmesi ve ait olduğu yapı gibi bir yapı oluşturması, onun bir şubesini meydana getirmesi, bulunduğu yerde o şubenin olmayışını hayatının bir yanının eksik olması gibi görmesidir.
Dikkat edileceği üzere kurumlaşmak aitlik duygusuyla başlar.
Kendini bir kuruma ait hissetmek;
1. Kurumun hedef ve değerlerini kabul etmek ve bunlara güçlü bir inanç duymak
2. Kurumla özdeşleşmek ve kurumun varlığını koruması için büyük bir istek duymak
3. Kurumun büyümesi için kendisinden beklenilenden daha büyük bir gayret içinde olmaktır
Siyasi bir kurumu büyütmeye çalışmak, kuşkusuz, onu zıtları ve benzerleri karşısında topluma tanıtmakla, onun toplum için önemini, siyasi hayat içindeki konumunu ortaya koymakla mümkündür. Siyasi bir kurum zıtları karşısında kime benziyor; benzerlerinden nerede ayrılıyor? Bunu topluma anlatacak olan, kendisine o kuruma ait hissedenlerdir.
TANITIMA BENZERLERDEN BAŞLAMA YANILGISI
Tanıtıma kitlelerin aklını zorlayacak bir yerden başlamak problemdir.
Benzerlerinden ayırt edilme sağlanırsa toplumun gözünde varlık meşrutiyetinin sağlanacağı, dolayısıyla tanıtımda benzerlere yüklenmenin yararlı olacağı yanılgısı siyasi hayatta yaygındır.
Oysa böyle tanıtım, bütün deneyimlerde görüleceği üzere bereketsizdir. Güçlü bir benzeri eleştiri üzerine yapılan bir tanıtım, genellikle güçlünün daha da güçlenmesine, zayıf olanın ise güç kaybetmesine yol açar. (Bunun böyle olduğunu anlamak için yakın siyasi tarihe bakmak bile yeterlidir.)
Toplum, güçlü bir benzere yönelik eleştiriyi anlamakta güçlük çeker ve anlamakta güçlük çektiği her şeyi kuşkuyla karşılar, ondan rahatsız olur. Kendinden zayıf bir benzere yönelik eleştiriyi ise bir tür baskı olarak görür baskı görene karşı gizli bir meyil oluşur.
Her vicdanın ilgi duyduğu bir alan vardır. Toplumsal vicdan bu alanlardan birini ana çerçeve içinde seçer ve onu çoğu zaman ana çerçevenin içindeki diğer benzerlerden ayırt edemez. Benzerlere yönelik eleştiriyi bir yönüyle kendi vicdanına yönelik eleştiri olarak görür, bir çelişki hissine kapılır, bu çelişkinin vebalini seçtiği yere yükler ve ondan soğur.
Bu yüzden, tanıtımını benzerlerini eleştiri üzerine kuran hiçbir yapı güç kazanmamış. Benzerleri yerine zıtlarıyla uğraşan her yapı ise günden güne güçlenmiştir.
Doğru ve kitlesel aklın düzeyine uygun bir tanıtım zıtlar üzerine kurulu olup onun arasına kişileri benzerlerden sadece uzak tutacak, kendi kurumunu benzerlerine karşı tercih etmeyi sürdürece kadar benzerlere yönelik eleştiri içeren tanıtımdır.
Kurumun kendisini benzer bulmamasının hiçbir önemi yoktur, önemli olan toplumun benzerlik kurması ve siyaset içinde kümelendirmesidir.
Toplum, her zaman zıdda yönelik eleştiriyi hatta hakareti meşru görür; benzerden ise ancak yakınmayı kaldırır, daha fazlasını daima fazla görür.
Devam edecek…
Dipnot: 1
Max Weber, modern Batı kurumlaşmasının temelini atarken Protestan dini yapıların kurumlaşma biçiminden genişçe etkilenmiştir.
Siyasette Alternatif Olmak - 3
- 08.02.2013
Siyasette yer almak toplumun içinde bulunduğu hale topluma başka güçlerce öğretilen yanlış beğeniyle “Evet” demek değildir; toplumu değiştirmektir, toplumdaki yanlış beğeniyi imha edip onun yerine doğru bir beğeni koymaktır. Bu da toplumda batılın izalesi, hakkın inşasıdır
Her siyasi kurum topluma seslenir; toplumu etkilemeye ve toplumun desteğini kazanmaya çalışır.
Toplum her kurumun kim olduğunu, ne yaptığını, nasıl yaptığını merak eder ve o kurumla ilgili bir tanıma ulaşır. Ancak bu tanıma işlemi tek yönlü değildir.
Toplumun kurumla ilgili kanaati, kurumun kendisiyle ilgili tanıtımıyla kurum karşıtlarının kurumla ilgili propagandasının çatışmasından toplum zihninde kalan neticedir. Kurumun topluma sunduğu kendi kimliğidir, toplum zihninde kalan netice ise kurumun toplumdaki imajıdır. Tanıtımdaki başarı, kurumun kimliği ile toplumdaki imajı arasındaki uyum ile ölçülür. Toplumdaki imaj, kurumsal kimliğe ne kadar uygun ise tanıtım o ölçüde başarılı olmuştur.
Kurum en büyük gayesini(misyonunu), yakın hedeflerini(programını vizyonunu) topluma tanıtır. Kurum karşıtları, bu misyondaki samimiyet ve bu vizyondaki gerçeklilik hakkında toplumun zihnini bulandırmaya, toplumda kuruma karşı bir muhalefet, hatta bir nefret oluşturmaya çalışır.
Bu iki zıt etkinliğin çarpışmasından geriye bir toplumsal kanaat kalır. “İmaj” denen bu kanaat ya olumludur ya da olumsuz.
Ne var ki bu zıtlaşmada etkili olma ile imkanlar arasında her zaman doğru bir orantı yoktur. Karşıtların büyük imkânlara sahip olmaları, teknik araçları ve toplumu yönlendirme kabiliyeti olup belki de kanaati satılmış kişileri ellerinde bulundurmaları, toplumda kuruma karşı olumsuz bir kanaatin oluşacağı anlamına gelmez. Sosyal etkinlikler, bu kadar mekanik bu kadar matematiksel değildir.
TOPLUMUN VİCDANINI ETKİLEYEBİLMEK
Doğruluğu, iyiliği, güzelliği bulmak isteyen bir toplumsal vicdan vardır. Önemli olan, o toplumsal vicdanı bulabilmek, onunla doğru bir iletişim kurabilmektir.
Toplum vicdanı bir siyasi kurumda doğruluk, iyilik ve güzellik buluyorsa çoğu zaman kendini maddi etkenlerin etki alanından uzaklaştırır. O etkenlere karşı kulak tıkar ya da onlara karşı fiili bir muhalefete geçer. O maddi etkenlerin gücü arttırıldıkça, onların toplumda oluşturduğu aks-i amel (karşıt eylem) güçlenir. Kötülenen, dışlanan, tasfiye edilmek istenen kurum toplum nezdinde daha çok itibar kazanır.
Toplumsal vicdanın bu yönü, manevi olanın maddi olana karşı üstünlük sağlama imkanıdır. Yeni bir siyasi kurum, bu imkandan yararlandıkça alternatif olma olasılığını arttırır.
Bu, haksız güç sahiplerine karşı haktan yana olan zayıflara sunulmuş bir yoldur. Toplum vicdanını etkileyerek o yolu elde eden bir kuruma karşı, hiç bir saptırıcı propaganda etkili olamaz.
TOPLUMDA İHTİYAÇ OLUŞTURMAK
Toplum, yeni bir siyasi kurumla kendi ihtiyacı arasındaki ilişkiyi bulmaya çalışır.
Alternatif olmak, sanılanın aksine mevcut toplumsal ihtiyaca teslim olmak, daha doğrusu toplumun ihtiyacı olduğunu zannettiğine teslim olmak anlamına gelmez.
Siyasi bir başarı için toplumsal onayın aranmasına karşı çıkanların neredeyse hepsinin itiraz gerekçesi de bununla ilgilidir. Onlara göre toplumsal onayı aramak, toplumun ihtiyaç zannettiğine teslim olmaktır. Bunlar, işin aslından habersiz olmanın, bilmezliğin verdiği cesaretle “Toplumun onayını ararsanız yoldan çıkarsınız. Diyelim ki toplum kendisi için zararlı bir şeye ihtiyacı olduğunu zannetti. Siz de ona onay vermek zorunda kalırsınız.” diyorlar.
Toplumsal onayı aramak onların bildiğinden farklıdır. Toplumun onayını aramak asla toplumun her onayladığını onaylamak, her “ihtiyaç” dediğine “ihtiyaç” demek anlamına gelmez.
Toplumsal onayın aranışı, süreç boyunca doğru olanı topluma öğretmek, ardından o öğretilmiş doğruyu seçimlerle ona onaylatmaktan ibarettir.
O halde toplumsal onayın aranışında ilk aşama, topluma “Sen bunu kabul ediyor musun, etmiyor musun?” diye sormak değildir.
Alternatif bir siyasi kurum, topluma önce kendi doğrusunu anlatır; toplumsal vicdanın o doğruyu algılamasını, öğrenmesini, paylaşmasını, toplumun onun uğruna harcamada bulunmasını, fedakârlık etmesini sağlar ondan sonra toplumsal onayı bulmaya çalışır.
Kim ne derse desin bugünkü dünya düzeninde işleyen de budur. Biz buna “toplumda ihtiyaç oluşturma çalışması” da diyebiliriz. Bu ihtiyacı oluşturmak ancak tanıtımla mümkündür.
Toplum, bu tanıtımdan önce manevi değerlere ihtiyacı olmadığını düşünebilir. Dolayısıyla manevi değerleri her şeyin başında gören bir kurumu gereksiz bulabilir.
“Siyasi destek”, toplumun kuruma verdiği bir kredidir. Toplum, kendi ihtiyacıyla ilgili görmediği bir kuruma bu krediyi vermek istemez.
Ancak ısrarlı bir tanıtımla toplumsal vicdan uyandırıldıktan sonra o manevi değerlere “ ihtiyaç” demeyen toplum, manevi değerlerin kendisinin en önemli ihtiyacı olduğunu düşünmeye başlar; hangi siyasi kurum manevi değerlere sahip çıkıyorsa ihtiyaç duyduğu kurumun o kurum olduğunu bilir. Manevi değerlere sahip çıkan birden çok kurum varsa onlar arasında doğru çizgi, samimiyet ve başarı ihtimali yönünden karşılaştırma yapar, o karşılaştırmanın neticesinde tercihini ortaya koyar.
Kolaylıkla anlaşılacağı üzere burada olana teslimiyet yoktur, olmayanı oluşturma veya eksik olanı tamamlama, zayıf olanı güçlendirme ve ona onay arama yolu üzerinden onaylatma söz konusudur.
Alternatif bir siyasi kurum olmak; bâtılı önce toplumun zihninden ve kalbinden izale etmek, bunların yerine hakkı inşa etmek, ardından toplumsal desteğin sağladığı kolaylıkla bâtıla ait olanları günlük hayattan atma ve hakka ait kurumları inşa etmektir.
TOPLUM VİCDANI HAKKINDA YANLIŞ YARGILAR
Toplum vicdanı konusunda İslam dünyasında kraliyet rejimleri ve ulusalcı yapıların bir yanıltması söz konusudur.
Cahil bırakılmış halkı rüşvetle idare eden kraliyetler, toplumsal vicdanın çıkarcı olduğuna, rüşvetten etkilenmezse korkuyla yönlendirileceğine inanırlar.
Ulusalcı yapılar da toplumsal vicdanın “ahmak” olduğu, dolayısıyla ona uymanın “aptallık” olduğu propagandasını yaparlar.
Kraliyetler toplumla ilgili iddialarını kendilerine bağlı adamların dilinden farklı bir kılıf içine koyarak bunu halkı yönetime karıştırmamanın zorunlu gerekçesi olarak sunar.
Ulusalcı yapılar da bu propaganda ile toplumsal onayın aranmadığı diktatörlükleri “ilerici güçler” adı altında meşrulaştırma yolunu arar, zorbalığa sertifika çıkarır.
Her iki zorba kesiminin de öne çıkardığı toplumsal vicdan; uyandırılmamış vicdandır, hassasiyetini kaybetmiş vicdandır, satılmış, köleleştirilmiş vicdandır.
Özellikle Müslüman toplumlarda o vicdanın inancı ile davranışı farklı yönde olabiliyor. Onun imanı başka yönde, desteği başka yöndedir.
Bunun nedeni imanının gereği alanının (hakka yönelik desteğin) başarıya ulaşacağına dair umut taşımamasıdır.
Siyasette alternatif olmak, toplumsal vicdanı uyandırmaktadır. Toplumsal vicdanı uyandırmak o umudu oluşturmaktadır. Gerek inanç anlamında oluşturmak, gerek program anlamında oluşturmak... İkisinden sadece birini yapmak, İslami bir kurum için daima eksikliktir. İnançla sınırlı bir umut ne kadar güçlü olursa olsun fertlerin desteğini sağlayabilir ama toplumsal bir destek sağlamaz. Sadece programla sınırlı bir umut da toplumda geçici bir beğeni oluşturabilir ama kalıcı bir toplumsal destek sağlamaz.
Geleneksel İslam toplumlarında yaygın bir kabul vardır:
Bir toplumu yönetebilme yeteneğine ulaşanların bundan kaçması ürkeklik, toplumu yönetme yeteneğine ulaşmayanların yönetimi güç kullanarak ele geçirmeye çalışması fitne olarak kabul edilir.
Toplum, kendisini yönetme kabiliyetini kendisinde bulduğu bir siyasi kurumun bundan kaçtığını gördüğünde o siyasi kuruma olan güveni kırılır, o kurumdan uzaklaşır.
Buna karşılık yönetme yeteneğine ulaşmayan birileri yönetimi zorla ele geçirmek isteğinde toplumsal bir direnişle karşılaşır. Bu direniş, her zaman muhaliflerin direnişi değildir.
Bir kuruma karşı en sert olan, her zaman ona en düşman değildir.(1) Toplum, bir kuruma düşman olmadığı halde onun kendisine problem yaşatacağını düşündüğünde ona muhalefet eder ve onun iş başına gelmesiyle elde edeceği manevi-maddi kazançlarla kendisinin ödeyeceği bedel arasında bir karşılaştırma yapar. Toplum, ödenecek bedelin elde edilecek olanı karşılayacağına inanırsa bu bedeli verir. Dolayısıyla toplumun uhrevi ve dünyevi karşılığı öğrenmeye, onun büyüklüğünü kavramaya ihtiyacı vardır. Alternatif bir siyasi kurum, bu ihtiyacı karşılayacak olan bir kurumdur, ahiret ile dünya arasındaki bağı topluma kavratan bir kurumdur.
Söz konusu İslam olunca vaka, daima topluma doğruları anlatmaya, toplumsal vicdanı doğru yönde yönlendirmeye dayanır.
Topluma doğruları anlatmak, toplumun uyuşturulan, umutsuzluğa sürüklenen vicdanını uyandırmak...
Topluma inancıyla ameli arasındaki çelişkiyi izale etme imkanı tanımak...
Toplumun zihninde hakkı inşa etmek...
Manevi değerlerin toplumun en büyük eksiği olduğunu topluma kavratmak...
Hakkın hakim olduğu bir dünya için toplumda bir umut oluşturmak...
O büyük umut doğrultusunda etkinlikler yapmak...
O etkinliklerle İslami değerleri hatırlatmak, sevdirmek...
Toplumda bir sevgi bağı inşa etmek...
Doğru etkinliklere toplum adına destek vermek...
Yanlış adımlara toplum adına karşı çıkmak...
Bir topluluk, bu hayırlı hizmetlerden neden yoksun kalsın?
Bu toplumun fertleri bu hayırlı hizmetleri neden kendi şehrinde, kasabasında, köyünde bulmasın?
Toplum, neden her dönem “Ben, şimdi kime güveneceğim ki?” deme çaresizliğini yaşasın.
Not: (1). Resulullah(s.a.s)`in Mısır Mukavkısı`na gönderdiği Hatip b. Ebi Beltea “Bu Peygamber, insanları dine davet ediyor. Ona karşı en sert davrananlar, kavmi Kureyşlilerdir, en fazla düşmanlık gösterenler de Yahudiler...” diyerek toplumun tutumundaki sertlik ile düşmanlık arasındaki farkı dolaylı olarak ifade ediyordu. Toplumun sert bir karşılık vermesi, kitlesel bir düşmanlıkla karşılaşma anlamına gelmez. Toplumun umudu arttıkça sertliği sevgiye dönüşür. Oysa kindar düşmanlar, kurumun başarılı olacağına inandıkça ona daha çok düşman olur. Alternatif bir siyasi kurum bu farkı görür.
Siyasette Alternatif Olmak - 4
- 15.02.2013
Dünya değişiyor. Bu değişim ardından hep ağıt yakan, hep yakınan
hep sadece eleştiren olarak kalmamak için değişime müdahale etme
zorunluğu vardır. Bu da ancak kurumsallaşmayla mümkündür
Her siyasi kurum, bir “Ret” ve “kabul” çerçevesi oluşturur. Mevcut yapıda var olan bazı şeyleri reddeder ve onun onaylamadığı bazı kabuller getirir.
Siyasi kurum neyi reddettiğini ve neyi kabul ettiğini beyan etmek ve kitleleri bu beyandaki samimiyetine inandırmak için çalışmak durumundadır.
Kitleler, “Neye karşısınız? Karşı olduklarınıza karşılık neye “Kabul” diyorsunuz?” sorularının cevabını vererek açık seçik ve tutarlı olmanızı ister. Kitleler, karmaşıklığı sevmediğinden aynı anda farklı açıklamalar duymak istemezler.
Siyasette alternatif olmak; var olanı reddetmek, onun yerine daha iyisini önermek ve önerileni gerçekleştirmek için kararlılıkla çalışmakla mümkündür. Böyle bir çalışma ancak sağlam bir kurumsal yapı içinde başarıya ulaşır. Her kurumsal yapı sosyal sistemdir. Bir sosyal sistemin başarısı ise o sistemde yer alanların,
1.Gönül birliği içinde olmaları
2.Niyet birliği içinde olmaları
3.Birbirini düşünme kültürü taşımaları(Yekvücut olmaları)
4.Ortak bir bakış açısına sahip olmaları ile mümkündür.
Bu bir hedefe yönelik çalışan siyasi kurumlar için “Dört Bir” sistemi olarak adlandırılabilir.
Gönüller Bir
Niyetler Bir
Bünye Bir
Fikirler Bir
Bu “Dört Bir ”den ortaya dört sütun üzerine oturmuş sağlam bir yapı çıkar. Ancak bu “Dört Bir ”den dördüncüsünün açıklanmaya ihtiyacı var: “Fikir birliği” içinde olmak, asla her konuda aynı fikirleri dile getirmek anlamına gelmez. Bu hem zor hem de zararlıdır. Çünkü gelişme fikirlerin “ahenkli bir çatışma” içinde olması ile mümkündür. Mutlak bir fikir birliğine ulaşmış bir yapının gelişme imkânı yok olmuştur. Fikir birliğinden amaç “bakış açısı birliği”dir. Resulullah(s.a.v)`in sahabelerini düşünelim. Hangi savaş hakkında aralarında mutlak bir fikir birliği var ki? Belki hiç birinde… Her istişarede farklı öneriler dile getirmişler. Ancak hepsinin bakış açısı birdir.
Bakış açısının bir olması aynı hedeflerin paylaşılmasıdır. O büyük insanların(Allah, hepsinden razı olsun.) her birinin bakışı sadece mukaddes inancın başarısına odaklanmıştı. Hepsi, meseleye İslam`ın ve Müslümanların geleceği açısından bakıyordu. Kendi fikrini bu açı içinde ifade ediyorlardı. Ancak kimi şehri savunalım diyordu, kimi Medine dışına çıkıp savaşma önerisinde bulunuyordu.
Aynı hedefleri paylaşmak, aynı metotları benimsemek ve daima güç birliğini hedeflemek bir çalışma ahengi doğurur. Ahenkli bir çalışma, toplumda daima takdir toplar ve eninde sonunda başarı getirir.
Bu ahengi yakalamak bir kurum kültürüdür. Kurum kültürü yerleştikçe siyasi kurum kalıcılaşır, büyür, başarıya ulaşır.
Önemli olan bu kurum kültürünün aktarılması, yani genele yayılmasıdır.
KURUM KÜLTÜRÜNÜN AKTARICILARI
Kurum kültürünü aktarmak, kurum kültürünün benimsenmesini ve özümsenmesini sağlamaktır. Kurum kültürünü aktarmak, kurum kültürün her birimince paylaşmasını sağlayacak imkânları oluşturmaktır.
Kurum kültürünün manevi taşıyıcıları vardır, maddi taşıyıcıları vardır. Manevi taşıyıcılar fikir ve sözden oluşurken maddi taşıyıcılar amblem, rozet, bina gibi somut simgelerdir.
Manevi taşıyıcıların en tepesinde şüphesiz ki inanç yer alır. Kurumun inancını ve en büyük gayesini(Misyonunu) benimsemiş bir topluluğa sahip olmak, her kurumun başarı yolundaki ilk çabasıdır. Böyle bir topluluğa sahip olmak kurumlaşmanın en önemli basamağıdır.
Kurumlaşma çabasını(bir kuruma ait olma hissini oluşturma sürecini) Kur`an-ı Kerim`in Mushaf`taki dizilişinde (1) Açık seçik izlemek mümkündür. “Ben, hangi kurumdanım? Benim gibi olmayanlar kim?” soruların cevabı daha Fatiha ve Bakara sürelerinde belirginleşiyor.
Önce İslam`ın “Milli Marşı” niteliğindeki Fatiha`ya bakalım.
Öncelikle her işe Allah`ın adıyla başlamak, bunu hayatın ilkesi edinmek… Sonra yüce Rabbimiz, bağlılığı övgü ile ifade ediyor. Bu çok dikkat çekici bir noktadır. Mü`min, Allah`a bağlılığını yüce Rabbi övmekle dile getiriyor. Kişi kimi övüyorsa onunla bir bağa sahiptir. Bu ince bir noktadır ve yüzeysel bir bakışın tespit edemediği bir ayrıntıdır. Övgüyle bağ arasındaki ilişki… Müminlerin Asr-ı Saadetteki kurumlaşmasında kesin bir ilişkidir bu. Müm`in; boş laf etmez, bağlılık duymadığını övmez, sözünü disipline etmeyi bilir.
Başarı Allah`tandır, övgü O`nadır, karşılık da O`nadır. Mutlak övgü O`na aittir. O`nun övmediği övülmez, sevmediği sevilmez. O`na düşman olana bağlılık duyulmaz, destek verilmez.
O, hem dünya hayatının hem de ahiretin rabbidir. Mü`min hiç bir adımını sadece dünya hesabıyla atamaz. Dünya`nın ardından ahiretin sürekliliğine inanır ve adımını öyle atar.
O Rabbi ki Dünya hayatı için Rahmandır, sadece çalışana başarı verir. Çalışmayan, Mü`min de olsa başarı kazanmak bir yana “tembellik” cezası alır.
O Rab ki din gününün sahibidir. Son hesap O`na verilecek, yapılan işin neticesi eninde sonunda O`na varacak.
“Sadece O`na ibadet ederiz ve sadece Ondan yardım dileriz.”
Elmalılı M. Hamdi Yazır, bu ayetin tefsirinde çarpıcı bir ayrıntıya değinir. Özetle “Her Müslüman namaz kılmak zorunda, her namazda Fatiha okumak zorunda ve hiçbir Müslüman bu ayetteki fiilleri fert sigasıyla söyleyemez. Bu bir topluluk bilincidir. Her Müslüman toplum adına sorumluluk duymak zorundadır. İşte kurumlaşmanın başlangıcı budur.
“Bizi doğru yola ilet…” Yine dikkat çekici bir ayrıntı… Bu yolun nitelikleri ile ilgili… Rabbimizin tarif ettiği doğru yol soyut bir yol değildir. Bu yolda bulunan ve bu yolda bulunmayan insanlarla tarif edilen bir yoldur. Bu yolun işaretleri, belli sıfatlara sahip insanlardır. Onlara bakılarak yolun doğru yol olduğu anlaşılıyor. İslam, ilahi bir davadır. Ama mü`min olmak, beşeri bir ilişkidir. Bu beşeri ilişki yoksa kişinin bulunduğu yol doğru yol değildir.
İslam olmak; yüce Allah`a soyut bir bağlanış değildir, yüce Allah`ın nimete erdirdiği kişilerin yoluna giriştir. Bu, insanın Allah için bazı insanlara uymasıdır, onların yoluna girmesidir, onların yolunu sürdürmesidir. Ki ‘Kurumlaşma` bir yönüyle bu sürdürme işlemidir. Süreklilik varsa kurum vardır. Süreklilik yoksa kurumlaşma yoktur veya eksiktir. İnsanın insana uymasının olmadığı hiçbir yerde İslam yoktur. Hiç kimsenin İslam`ı, kendi başına asla İslam değildir. Ancak nebilerin, sıddıkların, salihlerin, şehidlerin yoluna girilirse İslam oluş söz konusudur.
Bu yolun kimin yolu olmadığı da bellidir. Müslüman, gazaba uğrayanların ve dalalette olanların yoluna girmez. Onların yoluna girmek için temennide bulunmaz, onların yolunda başarı aramaz. Onların yolundaki ilerlemeye “kazanç” demez.
Fatiha, tam bir Milli Marş, mükemmel bir İslami öğreti… İstikamet öğretisi ve aynı zaman bir kimlik bildirimi… “Siz kimsiniz?” sorusuna dört dörtlük bir cevap…
Ve Bakara Süresi… ‘Bütün Kur`an Fatiha`nın açılımıdır. Bakara ise Fatiha`nın bir ön açılımıdır` denmiştir.
Mü`min olanlarla Mü`min olmayanların sıfatlarının ayrıntılı bir şekilde açıklandığı bir kurum olarak İslam toplumunun teşkili için emirlerin ayrıntılandırıldığı Bakara Süresinde Mushaftaki dizilişe göre “Ey iman edenler!” diye başlayan ilk ayet “Rainna” ayetidir. “Ey iman edenler! ‘Raiha` tabirini kullanmayın, ‘Unzurna` deyin…” (Bakara 104). Yüce Kur`an, bu çağrıyla mü`minlere Yahudilerin kavram çarpıtma alışkanlığı doğrultusunda ürettiği kavramları kullanmayı yasaklamaktadır.
Alternatif bir siyasi kurumun kendini bildikten sonra her hâlükârda ilk çabası, kendi dilini geliştirmek olacaktır.
Dil, bir kimlik bildirimidir. Kişilerin kimlerden olduğu, onların kavramlarından anlaşılır.
Alternatif bir siyasi hayat için, alternatif bir dil… Müslümana yakışır bir dil… Müslümanın kimliğini beyan eden bir dil…
Hilelerden, çarpıtmalardan uzak bir dil…
Kurum kültürü, kurumun ürettiği ancak böyle bir dille kitlelere aktarılır.
Kurum kültürünü aktarmak için yararlanılacak diğer manevi kaynaklar olan;
1-) Kurum tarihi,
2-) Kurumun bağlandığı, örnek aldığı büyüklerin tarihçe-i hayatları,
3-) Kurumun başarı öyküleri,
4-) Bu başarının içindeki birer “isimsiz kahraman” olarak kurum mensuplarının başkalarına örnek olacak etkinlikleri ancak böyle İslami bir dille aktarılır.
KURUM KÜLTÜRÜNÜN MADDİ AKTARICILARI
Resulullah(S.A.V)`in emirlere ve krallara gönderdiği mektuplara mühür basılması, İslam toplumunun kurumlaşmasında, kurumlaşmanın simgelerle ifade edilmesinde önemli bir işarettir.
Bununla birlikte her dönemin maddi araçları farklıdır. Bugünün dünyasında kurum kültürünü aktarmak için binaların biçiminden kapı ve pencerelerin rengine, halı ve mobilya tercihlerine kadar her şeyden yararlanılmakta, ‘tek kurum` imajının zihinlere yerleşmesinde bunlar arasındaki nitelik ve şekil benzerliği kesinlikle önemsenmektedir.
Eşyadaki simgesellik o kadar çok önemseniyor ki bir dönem bir kurumda ‘takunyanın bulunması` başlı başına bir kimlik bildirimi kabul edilmiş, İslam karşıtları bu simgeden yola çıkarak “takunyalı siyaset” ve “takunyalı bürokrasi” gibi kavramlar üretmişlerdir. Neticede İslami simgeler kazandı, onlar kaybetti. Bugün kurumlar için mescit bir simge olarak görülmekte, Cuma namazına gidişler de simgeleştirilmektedir. Bu yönde üretilen “camili siyaset” , “Cumalı siyaset” gibi alay amaçlı terimler toplumda asla bir tiksinti uyandırmadı. “Mescitli siyaset”, “mescitli bürokrasi” gibi terimler ise o art niyetli kesimler tarafından hiç oluşturulmadı.
Bu çerçevede rozet ve amblem, bugünün dünyasında siyasi kuruma aitlik bildiriminde ve kurum kültürünün aktarılmasında çok önemli görülür.
Bir partinin ambleminde arı var ise vatandaş her arıyı gördüğünde o partiyi hatırlıyorsa o partinin tanıtımı başarıya ulaşmıştır deniyor. Bunun doğruluk payı kesinlikle vardır.
Notlar: • Bilindiği üzere ayetlerin nüzul sırası ile Mushaf`taki diziliş sırası farklıdır. “Mushaf`taki diziliş” ifadesi, bu yönde bir karışıklığa yol açmamak için kullanılmıştır.
Siyasette Alternatif olmak - 5
- 22.02.2013 14:56:00
İslam dünyasının son yüz-yüz elli yıllık yenilgi tarihinde “kurumsuzluk” önemli bir yer teşkil ediyor. Kurumsuzluğun yol açtığı felaketi bu tarihin her noktasında gözlemlemek mümkündür. Ancak “kurumsuzluk” bir felaketse kurumsuzluğu bir kültür, bir inanç olarak benimsemek bin felakettir. Kurumlaşmak, alternatif olmaktır; bu felakete karşı tedbir almaktır
Miladi 19. yüzyılın başında İslam dünyası bir yenilgi sürecindeydi, maddi bir çöküntü içindeydi. Yüzyılın sonlarına doğru “kurtuluş” düşünceleri şekillendiğinde bütün kesimler, yaşanan vakanın ağır bir çöküntü olduğunu kabul ediyordu. Bu konuda tam anlamıyla bir ittifak vardı. İhtilaf, kurtuluşun nasıl gerçekleşeceği ile ilgiliydi.
20. yüzyılın başında ayrıntılar bir kenara bırakıldığında iki ana akım öne çıktı:
Birincisi, İslam dünyasının kendi gerçeği içinde kalkınabileceğini ifade ediyor, çözüm olarak manevi yönden İslami bir yenilenmeyi, maddi yönden ise Batı`dan teknolojinin getirilmesini öneriyordu.
İkincisi akım ise Batı`ya her konuda teslim olmayı savunuyordu.
Kendi gerçeği içinde kalkınma, özünden kopmadan selamet bulma fikri, hem mantığa daha uygundu hem de başka ülkelerin tecrübesi bunun daha iyi bir çıkış yolu olduğunu gösteriyordu.
Teslimiyet fikri ise hem insan onuruna yakışmıyor hem bir iç çatışmayı kaçınılmaz kıldığından enerji ve zaman kaybı anlamına geliyor.
Akıl, İslami kesimlerden yanaydı, toplum İslami kesimlerden yanaydı, hatta Osmanlı sarayı da özellikle sultan II. Abdülhamit döneminde İslami kesimlerden yanaydı. Görünüşte de olsa, Almanya gibi güçlü bir Batı ülkesi de Avrupa`daki güç yarışı ve dünyada yeni ortak arayışı içinde İslami kesimin tezine yakın duruyordu.
Toplum; Müslüman kalacak, İslam`ın emirlerine daha çok sarılacak, manevi bir tecdidi yaşayacak. Bir de teknolojik kalkınma sağlandı mı Müslümanlar yeniden bir dünya gücü olacak. İngiliz, Fransız ve Rus genişlemesi duracak.
Bu düşünceleri ifade eden İslami kesimler için ana gaye (misyon) açıktı: Müslümanların toparlanması ve güçlenmesi... İstanbul, Kahire ve Hindistan`da yeterli entelektüel birikim de vardı. Hatta 20. Yüzyılın başlarında buralardaki İslami bilgi birikimi ve proje üretimi, bugün olduğundan çok daha ilerideydi, diyen biri asla yanılmış olmaz.
Sanılanın aksine, okullu kesim dediğimiz sınıf içinde de İslami tezi savunanlar, Batı`ya kayıtsız şartsız teslimiyet tezini savunanlardan daha çoktu.
1920 – 1923 Büyük Millet Meclisi tutanaklarını ve o dönemde çıkarılan kanunları inceleyenler, gerek bilgi birikimi gerek sayısal çokluk açısından İslami kesimin açık bir üstünlük içinde olduğunu açıkça görebilir. (Öyle ki Meclis, hiç zorlanmadan Ankara` da içki yasağı kanunu çıkarmıştı.)
Özetle İslami kesimler, nitelik olarak da nicelik olarak da öndeydi. Batı`ya teslimiyeti savunanlar için “içimizdeki bir avuç Batı hayranı” ifadesi sıklıkla kullanılıyor, onların ne kadar az ve önemsiz olduğu vurgulanıyordu.
Ama netice ne oldu? İnsana, bu kadarı da olmaz dedirten kahredici bir hezimet… Kurtuluş bekleyen Müslüman halk, bir anda kendini bir dizi yasakla yüz yüze buldu. Savaş boyunca kendisine kurtuluş önderliği yapan alimler darağacına gönderildi.
Neden?
Bunca İmkan varken niçin mağlubiyet? “Bir avuç Batı hayranı” denerek küçümsenen kesim nasıl oldu da galip geldi? İslami kesimlerin önünde merdiven varken neden sura çıkanlar onlar olmadı? Gemi varken bu denizde niye yol alınmadı?
HER YENİLGİ DIŞ SEBEPLERLE AÇIKLANAMAZ
İslami kesimlerin yenilgisinde dış sebeplere bakarsak şunu diyebiliriz.
Uluslararası güçler, Batı`dan teknolojjyi alıp kendi gerçeği için de kalkınacak bir İslam dünyasının -Japonya örneğinde olduğu gibi- hızla gelişeceğini gördüler, evrensel bir medeniyete sahip olmayan Japonya`dan farklı olarak bunun gelecekleri için tehlikeleri olduğunu düşündüler. Bu nedenle kurtuluş sürecini saptırma yoluna gittiler. Batı`ya kayıtsız şartsız teslimiyeti savunarak İslam`a karşı yürütülen savaşın bir iç ortağı haline gelen kesimleri parasal açıdan desteklediler, medya güçlerini kullanarak onları “kurtuluş cephesi” diye halka tanıttılar, onların öne geçmesini sağlayarak İslam dünyasına en az yüz yıl kaybettirecek bir projede başarıya ulaştılar.
Bu, kesinlikle doğru. Ancak hep dışarıya bakmanın yanlış olduğu da ortada. Sadece dışarıya bakma alışkanlığı bir tür kolaycılıktır. Sorumluluğu azaltan, iç ihtilafı engellediği için kolay benimsenen, dışa karşı birlikteliğe katkısı olduğu için sürekli üretilen bir kolaycılık… Doğruya denk gelen değil, ihtiyaç duyulan bir kolaycılık…
Bu konuda düşman, düşmanlığını yapar. Düşmandan şikayet olmaz. “Ya Müslümanlar, niye bu sürece karşı tedbir almadılar?” sorusuna cevap vermek gerekir ki vaka bütün yönleriyle açığa kavuşsun.
BİLİNEN SEBEPLER
İslam alimleri, koca bir İslam dünyasının “içimizdeki bir avuç Batı hayranı” eliyle gayr-i resmi bir işgale terk edilmesine sebep olarak cehalet, ittifaksızlık, yoksulluk demişler. Bunların hepsinin payı var. Ama bunlardan başka ve bunlardan çok daha yıkıcı bir sebep var. Bunların her biri “yarım sebeplerdir” yani toplumun sadece bir kesimi ile ilgilidir. Ama öyle bir sebep var ki toplumun bütün kesimlerini ilgilendiriyor.
O dönemde İslami eğitim kurumları tükenme noktasına geldiğinden Müslüman kitleler eğitimsizdir. Kimi araştırmalara göre o dönemde 200 – 300 yıl önce Batı Afrika Müslümanları arasında bile okuma oranı Avrupa`da sıradan halkın arasında olduğundan çok daha ilerideyken o dönemde merkez İslam dünyasında bile sıradan halk arasında okuma oranı oldukça düşmüş. Yatırım eksikliği ve sürekli savaşlar halk arasında okuma oranını oldukça altlara çekmiş. (örneğin Siirt`in bereketli medreseleri 19. yüzyılın ortalarından sonra bitme noktasına gelmiştir.)
Ancak üst sınıf İslami kesim, o günlerde belki bugünlerden çok daha eğitimlidir. Bugünkü düşüncelerin çoğu, o gün yazılan eserlerden alınmadır veya o eserlerin şerhi niteliğindedir. O gün yetişen alimler, bugüne de üstadlık yapıyor. Bunun böyle olduğunu anlamak için evinizdeki kitaplıkta yer alan eserlerin ne zaman ve kim tarafından yazıldığına bakmanız yeterli. Ama daha ileri bir gidin. 20. yüzyılın başında İstanbul`da yayımlanan İslami dergilerden birkaç sayı okuyun. O bilgi birikimi karşısında hayrete düşeceksiniz. O günün adı duyulmayan yazarları bile sonraki dönemin çok ilerisindeydi. (Yıllar önce mesleğim gereği bu yönde yaptığım bir araştırma hakkında o dönemi bilen deneyimli bir meslektaşımla konuştuğumda “Şaşılacak bir şey yok. Onlar, İslami dönem gür ağacının dallarıydı. Sonrakiler ise köksüz birer fidan.” demişti.)
Yokluk da büyük ve asi bir problem. İslam âlimlerinin dokunmaya bile çekindikleri bir baş belası… İslami kesimlerin 40-50 yıl önce kadar bile tirajı yüz bini bulacak bir gazeteyi besleyecek birkaç zengin bulamadığı düşünülürse yokluğun nasıl bir engel teşkil ettiği ortada…
İttifaksızlık biraz daha yüzeysel kalıyor. Zira 20. yüzyılın başında İslam dünyasının en büyük yenilgiyle yüz yüze kaldığı o günlerde belki İslam dünyası en büyük sosyal ittifakı, toplumsal gönül birliğini yaşıyordu. İttihad-ı İslam kampanyasının oldukça canlı olduğu o süreçte İslam dünyası belki tarihinin hiçbir noktasında görülmemiş bir mezhep ötesi yardımlaşma içindeydi. Hindistan ve Irak Şiilerinin Osmanlıya desteği, hem de öncü desteği bunun en açık kanıtıdır. O gün her nerede ve hangi fikirden olursa olsun “Ümmet” demeyene hiç kimse itibar etmiyordu.1917`den hemen sonra Azerbaycan`da toplanan komünistler bile İslam Ümmeti kavramını kutsar görünüyorlardı. Çünkü böyle olmazsa İslam dünyasının onları meşru görmeyeceğini düşünüyorlardı.
Müslüman halklar, eğitim durumu ne olursa olsun o günlerde İslami hassasiyeti olan önderleri sevecek, İslam`a karşı olanlardan ise nefret edecek kadar ilim sahibiydiler.
Müslüman halklar, kendileri aç kalsa da Allah yolunda savaşan askerleri aç bırakmayacak kadar varlık sahibiydiler.
İslam`a düşkünlüğü, onun bilgi eksikliğinin fedakârlığı da onun yoksulluğunun açtığı eksikliği kapatıyordu.
Müslüman halk Allah`ı seveni seviyor; Allah için savaşanı destekliyordu.
Bu sevgi ve destek “Batı hayranı bir avuç adamın” asla bulamadığı büyük bir hazineydi. Bulunmaz bir güç kaynağıydı.
Öyleyse bu hazine niye bir kurtuluş getirmedi? O ağır yenilgiye o adanmışlığa niye engel olamadı?
1922-1924 Türkiye Büyük Millet Meclisi tutanakları ve bu tutanaklarla ilgili araştırmalar bu soruya net bir cevap veriyor: Kurumsuzluk.
“Batı hayranı bir avuç adam” denenler, sayıca az da olsalar kendi kurumlarını oluşturmuşlar. Bu kurumlaşma sayesinde onların üç ‘1`i , ‘111` olmuş. Büyük bir İslam birikime sahip alim ve eşrafın ise ‘111`i, yüz on bir tane ayrı ayrı ‘1` olarak kalmış. Bu yüz on bir tane ‘1` arasında sanılanın aksine en büyük gayede (Misyonda) ihtilaf yok, yakın dönem projeleri(vizyon) konusunda da ihtilaf yok. Ancak onlar bu sosyal ittifakı siyasi bir güce; kararlara yön verecek siyasi bir enerjiye dönüştürecek bir kurumdan yoksundular.
İslam dünyasının geleneksel kurumları zayıflatmıştı, ya da günün ihtiyaçlarına cevap veremiyordu. Zayıf kurumları güçlendirmek ve birer teknik araç olmaktan öte(fıkhi ve akidevi anlamda) farklı bir özelliği olmayan yeni kurumlar oluşturmak gerekiyordu. Ne var ki Müslümanların kurum kültürü körelmişti. Güç sahipleri onlara engel çıkarıyordu ve onlar bu engeli aşacak yollardan yoksundu.
İnsan o güne baktıkça böyle bir çokluk, üstelik bu nitelikli çokluk nasıl oluyor da bu kadar etkisiz kalıyor, diye hayret ediyor.
“Bir avuç Batı hayranı” Batının modern kurum kültürü üzerine otururken İslami kesimler o modern kurumlara karşı eli kolu bağlı duruyor. Öyleki 40-50 yıl sonra bile bir kurum oluşturulduğunda onun başına İslami şuuru yüksek biri bulunamadığından ehven-i şer tipler tercih ediliyor ve onlar şerrin ta kendisinin bir dalı oluyor.
Filistin`de El-Fetih içinde Yaser Arafat`ın, Cezayir`de ulusal solcu tiplerin, Tunus`ta Habib Burgiba`nın, Pakistan`da M. Ali Cinnah`ın başa geçme nedenleri hep budur. Hikâyenin özeti şu olmuş adeta: “Onlarda iman yok, bizde kurum kültürü. Toplum imansız biri ya da imanı zayıf biri tarafında idare edilebilir ama idaresiz olamaz. Madem öyle bunlara bir süre razı olalım.” İnanmak güç, ama geleneksel kesimin yaklaşımı bu olmuş ve hatta kimi bunu ‘aç kalınca domuzun etini yemek zorunda kalmakla` bile açıklamaya kalkışmış.
Hayır, Müslümanlar o kadar cansız değil, o günde de değildiler. Arafatları, Burgibaları, Cinnahları tercih edenler doğru yapmadılar.
İslam dünyası bu gerçeği çoktan anladı, bunun için artık İslami kesimler her alanda kendi kurumlarını inşa ediyor. Selameti, orada görüyor.
Siyasette alternatif olmak, İslam dünyasının bu kurumlaşma çabasına ortak olmakla mümkündür. Ve kurum olmak, özü itibariyle alternatif olmaktır.
Ocak-Şubat 2013/Doğruhaber Gazetesi
BİR CEVAP YAZ