Veda Hutbesi Bağlamında Güven Toplumu
Veda Hutbesi, Allah`ın Resulü ile ümmeti arasında bir mukavele olduğu gibi ümmetin iç emniyetiyle alakalı, bugünün Batılı ifadeleriyle bir deklarasyondur, bir manifestodur.
Resulûllah salallahü aleyhi vesellem, ümmetin iç emniyetini bireylerin birbirlerinden emin olmasında görmüş; bu hususta ısrarlı tavsiyelerde bulunmuş ve bu tavsiyelerde bulunduğuna dair Allah`ı şahit kıldığı gibi kendisini dinleyenleri de şahit kılmıştır.
Dünyada güvenilir bir ortam inşa etmek, gerekli olduğu kadar zordur. İnsanın kendisini huzur içinde hissetmesi, kendini güvende hissetmesi ile mümkündür. Dinin en önemli fonksiyonu, insana zorluk ve darlık içinde bulunsa dahi güven vermektir: Dünya ve ahiret için güven… Emirlerinin hâkim olduğu bir dünyayı güven ortamı kılmak… Dünyada dış düşmandan dolayı güven mümkün değilse, emirlerine uyulduğu takdirde ahiretteki yüksek güven ortamıyla insanı teskin etmek…
Hz. Muhammed Mustafa (salallahü aleyhi vesellem), Muhammedü`l-Emin`dir; güven, onun sıfatıdır. İslam, selamet dinidir; selamet güven içinde olmayı gerektirir.
Hicret`in 10. yılına gelindiğinde Müslümanlar, yakın bir dış düşman tehdidinden büyük ölçüde salim olmuşlardı; yakın büyük düşmanlar Mekke ve Taif, devrimi yaşamış, Medine ve Hayber Yahudileri etkisizleştirilmiş; Mute Savaşı ile Bizans`a bağlı Arap yapılara meydan okunabileceği anlaşılmış; Tebük Seferi ile Bizans`a kafa tutulmuş; Sasanîlere bağlı Yemen`e vali dahi atanmış; İslam`ın yakın çevrede “görünür” bir düşmanı kalmamıştır.
Bu emin ortamda 100 binden çok sahabe- belki 124-140 bin arası kişi- Resulûllah salallahü aleyhi vesellem`in katılacağı duyurulan Hicri 10. yıl Haccı için Mekke`de toplanmıştır.
Resulûllah`ın bu geniş topluluğa vereceği mesaj önemlidir. O mesaj içeriye dönük mü olacak, dışarıya dönük mü?
Hicretin 10. yıl Haccı, dışarı bağlamında yakın süreç için emniyetin sağlandığı bir ortamda gerçekleşmiştir. Resulûllah salallahü aleyhi vesellem`in son Haccı ve bir tür ümmete veda ettiği Hac olduğu için bu hacca Veda Haccı; burada verilen hutbeye de Veda Hutbesi denmiştir.
Veda Hutbesi, Allah`ın Resulü ile ümmeti arasında bir mukavele olduğu gibi ümmetin iç emniyetiyle alakalı, bugünün Batılı ifadeleriyle bir deklarasyondur, bir manifestodur.
Resulûllah salallahü aleyhi vesellem, ümmetin iç emniyetini bireylerin birbirlerinden emin olmasında görmüş; bu hususta ısrarlı tavsiyelerde bulunmuş ve bu tavsiyelerde bulunduğuna dair Allah`ı şahit kıldığı gibi kendisini dinleyenleri de şahit kılmıştır. Dolayısıyla kıyamete kadar İslam üzerine olacak olan herkes adına oradaki topluluk, Resulûllah salallahü aleyhi vesellem ile bir tür mukavele yapmış, Onun yüce vazifesini yaptığını, kendilerinin de bu emirleri duyduklarını, bir itirazları söz konusu olmadığına göre bu emirlere itaat edeceklerini beyan etmişlerdir. Orada Resulûllah salallahü aleyhi vesellem önderliğinde bir tür Ümmet Sözleşmesi yapılmıştır.
Bu sözleşmede Müslümanlar,
1. Canlarını mukaddes bilme
2. Namuslarını mukaddes bilme
3. Mallarını mukaddes bilme
4. Eski sapıklıklara dönmeme
5. Birbirlerini öldürmeme
6. Emanete riayet etme
7. Faizle muamele etmeme
8. Kan davası gütmeme
9. Kadınların haklarını gözetme
10. Birbirlerinin evlatları üzerinde hak talep etmeme
11. Miras hakkını tanıma
12. Zinadan kaçınma
13. Birbirlerini kardeş bilme
14. Irkçılık yapmama
15. Suçun şahsiliğini tanıma
16. Şirk koşmama
17. Her hususta Kur`an ve Sünnete bağlı kalma konularında söz vermişlerdir.
Canın, namusun, malın Mekke gibi mukaddes bilindiği bir dünya… Emanetin sahibine verildiği, şirkin, faizin, kan davasının, zinanın bulunmadığı bir toplum… Birbirini kardeş bilen bir toplum… Asabiyye davası ile birbirine karşı üstünlük taslamayan bir toplum… Bir suç söz konusu ise onun dünyadaki cezasının yanında ahirette de cezasının olduğunu bilen, bununla birlikte hata mahiyetindeki hâllerin affedilebileceğini bilen bir toplum… Bütün peygamberlerin davası budur; Resulûllah salallahü aleyhi vesellem`in inşa etmek istediği toplum da böyle güvende olan, ideal, dört dörtlük bir toplumdur. Bunca husustan sonra Resulûllah salallahü aleyhi vesellem`in birkaç sözle olsun dış düşmana değinmemesi manidardır, daha önce ifade edildiği üzere dış düşman uzaktadır ama bu söz edilmemenin hikmeti yalnız bu olmasa gerektir.
Güçlü olmanın koşulu birliktir, birlik olmanın koşulu güvendir. Güvenin koşulu, herkesin hakkının mukaddes bilinmesidir. Ümmet, birbirinin haklarını mukaddes bilince iç güveni bulur, iç güveni inşa edince birlik olur, ittihat kurar; ittihadı/birliği inşa edince güçlü olur, güçlü olunca dış düşman onu tehdit edemez. Veda Hutbesi, insanların geneli için geçerli güven-birlik-güç-hak hukuk denklemini Ümmet özelinde dolaylı olarak duyuran, kavratan bir sözleşmedir.
Toplumlar güçlenince, güç onların problemlerini çözecek kadar büyüyünce gücü oluşturan denklem konusunda gaflete düşerler; gücün gücünü güçten menkul bilirler; bu durumda önderlikleri kayıtsızlaşır, güven ve birliğin güç oluşumu için kaynak olduğunu unutur; güvenli bir ortamın/asayişin sadece güçle sağlanacağı vehmine kapılır, güç kullandıkça asayiş göreceli olarak sağlanır, oysa her haksız güç kullanımı toplumsal güvenin, dolayısıyla birliğin temeline dinamit koyar.
Güç konusunda gaflete düşmemek, gücün birlikten geldiğini, birliğin de ancak güvenle sağlanabileceğini bilmekle mümkündür.
Resulûllah salallahü aleyhi vesellem, bir zamanlar Kâ`be önünde birkaç kişiyle ancak namaz kılabildiğini, Medine`yi hendeklerle çevirmek zorunda kaldığı günleri elbette hatırlıyordu ve nihayetinde Kendisi de Müslümanların arasındaydı. O varken Müslüman, Müslüman için bir güvenlik tehdidi değildi, dolayısıyla Müslümanların birliği de tehdit altında değildi.
Ama ya Onun hazır olmadığı bir ortamda… İşte o ortamda birliğin korunması ancak güvenin korunması ile güvenin korunması da ancak kişilerin haklarının gözetilmesi ile mümkündür. Her hak ihlali, güvene vurulan bir darbedir, güvene vurulan her darbe birliğe vurulmuştur. Birliğin darbe alması güç kaybıdır, sınırları düşmana açan bir tehdittir.
Kadın haklarının ihlali, faiz, zina, nesillerin karışması… Bunların güçle nasıl bir ilgisi olabilir ki? Gücün kendilerini sarhoş ettiği, dolayısıyla hak ihlalleriyle güven, güvenle birlik arasındaki ilişkiyi unutmuş toplumlar, bunu anlamakta hep güçlük çekmişlerdir.
Bugünün dünyasında Müslümanların güç sarhoşu olması için sebep yoktur. Ama Müslümanların kendi kaynaklarından kopmaları, onlarda gücün kaynağı ve güçsüzlüğün sebepleri konusunda bir kafa karışıklığı meydana getirmiştir.
Kadın hakkının ihlali nasıl olur da güçle ilişkilendirilir? Bugünkü dünya koşullarında bu sorunun cevabını kolaylıkla alabiliyoruz. Kadın hakkının ihlali, Müslümanların kadınlar ve erkekler diye iki karşıt cephe gibi gösterilmesine ve erkek cephesinin kadın cephesine zulmeden konumda tanıtılmasına yol açabiliyor. Müslümanın kendi kadını ona karşı dış düşmanın yanında saf tutacak şekilde örgütlenebiliyor. Başka bir ifadeyle Müslüman kadının Müslüman erkeğe güvenmediği, Müslüman erkeğin de Müslüman kadın için, kaynakları da suiistimal ederek, ıslah etme yolu olarak sadece yaptırımları gördüğü bir dünyada kadın-erkek meselesi “güven” çerçevesinde değil, “tehdit” etrafında konuşulabiliyor. Böyle bir ortamda Müslüman kadın, düşmana kanarak huzuru dışarıda arayabiliyor, düşman bunu suiistimal ederek Müslüman kadını İslam`a düşmanlaştırma fırsatı olarak değerlendiriyor ve bu oyun yer yer tutuyor. İslam dünyası bundan dolayı güç kaybına uğrayarak zayıf düşebiliyor.
Cana kast, mala kast, ırkçılık gibi hususlar da bundan farklı sonuçlar doğurmaz. Bunların her biri birliği bozar; birliği bozan her unsur, güç kaybına yol açar, dolayısıyla güvenlik tehdididir.
Müslümanlar eski sapkınlıklardan uzak durarak şunu bir kez daha anlamak durumunda: Erkeğin ailenin reisi olması gibi hiçbir İslamî hak, birliği bozmaz, güvenliği tehdit etmez, güçten düşürmez. Aksine her İslamî esasın ihlali eninde sonunda birliği bozar, güvenliği tehdit eder, güçten düşürür. Güçten düşmüş bir toplumun ayakta kalma imkânı yoktur.
İnzar Dergisi Şubat 2018
BİR CEVAP YAZ